17 Ekim 2011 Pazartesi

passerine. zin


omelas’ı bırakıp gidenler - ursula le guin (1973)

Kırlangıçları havalandıran çan sesleriyle, deniz kıyısında yükselen ışıltılı Omelas şehrine Yaz Şenliği gelmişti. Limandaki gemilerin armalarında bayraklar dalgalanıyordu. Kırmızı çatılı ve duvarları boyalı evlerin ara sokaklarından,  yosun tutmuş eski bahçelerin içerisinden ve caddelerde ağaçların altından, büyük parklardan ve kamu binalarından geçerek geçit alayı ilerliyordu. Bazıları oldukça şıktı:  boz ve leylaki renklerde uzun urbalarıyla yaşlı insanlar, vakur zanaatkârlar, bebekleri kucaklarında yürürken gevezelik eden mutlu kadınlar. Bazı sokaklarda müzik daha hızlıydı. Tefin ve gongun kıpır kıpır vuruşları insanları dans ettiriyordu, bir dans geçidiydi. Çocuklar etrafta koşuşuyor, onların çığırışları kırlangıçlar gibi yükselip müziğin ve şarkı söyleyenlerin üzerinde uçuşuyordu. Bütün geçit alayları şehrin kuzey yakasına, güneşli havanın altında çıplak, ayakları çamurlu, uzun ve kolları esnek kızların ve oğlanların, yarış öncesi sabırsızlanan atlarıyla çalıştıkları, Yeşil Alanlar da denilen büyük sulak çayırların olduğu yere yöneldi. Atlar gemsiz bir dizgin dışında koşumsuzdu. Yeleleri gümüş, altın ve yeşil renkli iplerle örülmüştü. Atlar burunlarından soluyor, yaylanarak yürüyor ve birbirlerine böbürleniyorlardı. Atlar çok heyecanlılardı, onlar bizim törenlerimize kendi törenleriymiş gibi uyum sağlamış tek hayvan türüdür. Uzaklarda, kuzeyde ve batıda, dağlar Omelas körfezini yarım çember içine alacak şekilde yükseliyordu. Sabahın havası öyle temizdi ki, Uludağların tepesindeki kar, aydınlık havada ve koyu mavi gökyüzünün altında kilometrelerce öteden beyaz-altın renklerde ışıyordu.Yarış yolunu işaretleyen flamaları dalgalandıracak kadar rüzgar vardı. Yeşil, geniş çayırların sessizliği, şehrin sokaklarından süzülüp gelen müziği duyuruyor, hoş tatlı havada çanların zaman zaman titreyen, birleşen ve patlayan o coşkulu çınlamaları gitgide yaklaşarak geliyordu.

Coşkulular! Coşku nasıl anlatılabilir? Omelas’ın yurttaşları nasıl anlatılabilir?

Mutlu olsalar da, görüyorsunuz, basit insanlar değillerdi. Bizse neşe sözcüklerini pek telaffuz etmiyoruz artık. Bütün gülümsemeler suratlara yontulmuş. Böyle bir betimleme bazı varsayımlar yapmaya iter bizi. Böyle bir betimleme duyunca, soylu şövalyelerince çevrilmiş, azametli atı, yada iriyarı kölelerinin taşıdığı altın tahtı üzerinde bir kral aramaya koyuluruz. Fakat bir kral yoktu. Kılıç kullanmazlardı ve köleleri de yoktu, barbar da değillerdi. Toplumlarının kurallarını ve yasalarını bilmiyorum, fakat çok az olduklarını sanıyorum. Monarşi ve kölelik olmadığı gibi borsa, reklam, sivil polis veya bombalar olmadan da yaşıyorlardı. Yine tekrarlıyorum, bunlar basit insanlar değillerdi. Cahil çobanlar, soylu vahşiler, saftirik ütopyacılar değillerdi. Bizden daha az karmaşık değillerdi. Sorun şu ki, sürekli çokbilmişlerce ve entelektüellerce de kaşınan, mutluluğu daha ziyade aptallık sayan kötü bir huyumuz var. Yalnızca acı çekmek bilgeliktir, yalnızca kötü olan çekicidir. Sanatçının hainliğidir bu: Kötülüğün sıradan ve acının korkunç sıkıcı olabileceğini kabul etmemek. Bükemediğin eli öp. Sıkışırsan, tekrar et. Fakat kederi övmek, sevinci yermektir. Şiddeti kucaklamak, diğer her şeyi kaybetmektir. Neredeyse her şeyi kaybetmişiz biz. Artık mutlu bir insanı tarif edemeyiz yada hiçbir şeyi coşkuyla kutlayamayız. Omelas’ın insanlarını nasıl anlatabilirim ki size? Çocukları mutlu olsalar bile, kendileri saf ve mutlu çocuklar değillerdi. Onlar olgun, bilgi sahibi, hayatları mahvolmamış arzulu yetişkinlerdi. Ah tanrım. Daha iyi tarif edebilmeyi isterdim. Sizi inandırabilmeyi isterdim. Benim sözcüklerimde, Omelas evvel zaman içinde çok çok uzaklarda bir peri masalı şehrini çağrıştırıyor. Belki de en iyisi sizin onu kendi hayallerinizde kurmanız, bu bazı fırsatlar da yaratacaktır, kuşkusuz ben hepinize uyamam. Örneğin teknoloji nasıl olmalı? Omelas’ın insanları mutlu insanlar olduklarına göre, bence sokaklarda arabalar veya havada helikopterler yoktur. Mutluluk; gerekli olan, gerekli olmayan ama zararlı da olmayan ve zararlı olan arasında ayırım yapılmasına dayanır. Orta kategoriye gelirsek, -şu gerekli olmayanlar fakat zararlı da olmayanlar, konfor, lüks, bolluk gibi-, mükemmel bir merkezi ısıtma sistemi, yeraltı trenleri, çamaşır makineleri, henüz burada icat edilmemiş her türlü acayip makineler, uçan aydınlatma cihazları, yakıtsız güç kaynakları, soğuk algınlığı için tedavi. Yada bunların hiçbiri olmayabilir de, fark etmez, hayal gücünüze kalmış. Ben insanların, tepelerdeki ve kıyılardaki kasabalardan, Şenlik öncesi son günlerde, çok hızlı küçük trenlerle ve iki katlı tramvaylarla geldiklerini ve Omelas tren istasyonunun, muhteşem çiftçiler pazarından daha sade olmasına rağmen, aslında şehirdeki en güzel bina olduğunu hayal etme eğilimindeyim. Fakat trenleri de olsa, korkarım, Omelas bazılarınız için ancak idare eder durumda hala. Kahkahalar, çanlar, geçit alayları, atlar, eh. Bunlara bir de seks partilerini ekleyin bari. Eğer bir seks partisi yardımcı olacaksa çekinmeyin. Güzel, çıplak, yarı kendinden geçmiş kadın ve erkek sunuların, bir kadınla veya bir erkekle, sevgiliyle veya bir yabancıyla, her kimle kanı kaynarsa bir olacağı tapınaklar- Bu benim ilk aklıma gelen olsa da, Omelas’da bir tapınak olmaması, ya da en azından insansız tapınaklar olmaması daha iyi olur. Dine evet, ama din adamlığına hayır. Elbette güzel çıplaklar açlık duyanların iştahına ve tenin coşkusuna kendilerini kutsal sufleler gibi sunabilirler. Bunlar da katılsın geçit alaylarına. Tefler, çiftleşenlerin üzerinde çalsın ve arzunun zaferi ilan edilsin gonklarla, ve (değil önemsiz bir nokta) bu haz dolu ayinlerin meyvelerini herkes sevsin, korusun. Bildiğim bir şey de Omelas’da hiç suçluluk olmadığıdır. Fakat daha başka ne olmalı? Başlangıçta uyuşturucular olmamalı diye düşündüm ama tutuculuk bu. Sevenleri için, kalıcı etkili kafası güzel drooz şehrin sokaklarına sıkılabilir. Drooz başlangıçta akla ve bedene büyük bir ışık ve görkem getirir ve birkaç saat sonra gelen hülyalı rehavet, evrenin en gizli saklı sırlarıyla dolu harika görüntülerle birlikte cinsel hazzı uyarır. Daha mütevazi tatlar için bence bira uygun olur. Başka ne olabilir bu haz şehrinde başka ne olabilir. Zafer duygusu tabi ki, cesaretin kutlanışı. Madem din adamları olmadan da olabiliyor, askerler de olmasın o zaman. Başarıya ulaşmış bir katliam için duyulan coşku doğru bir coşku biçimi değil. Bu korkaklık, ve boş. Başka bir düşmana karşı değil fakat tüm her yerdeki insanların ruhlarındaki en güzel ve en haklı isteklerin toprağa gelen yazla bütünleşmesinin asil zaferinden duyulan sınırsız ve cömert bir mutluluk. Bu Omelas’ın insanlarının yüreklerinin kabardığı şeydir ve kutladıkları zafer yaşamın kendisidir. Onların birçoğunun drooz kullanmaya ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum.

Geçit alayları büyük çoğunlukla Yeşil Alanlara ulaşmıştı. Yiyecek satıcılarının kırmızı ve mavi çadırlarından harika kokular yükseliyor. Çocukların yüzleri inanılmaz sevimli, bir adamın kırlaşmış sakalının kenarında ise pasta kırıntıları var. Genç erkekler ve kızlar atlara binmişler ve başlama çizgisinin önünde toplanmaya başlıyorlar. Yaşlı, kısa boylu, şişman ve güleç bir kadın bir sepetten çiçek dağıtıyor ve çiçekleri uzun boylu genç adamların ışıldayan saçlarında. Dokuz yada on yaşında bir çocuk kalabalığın kenarında oturmuş, yalnız başına, tahta flütünü çalıyor,  insanlar dinlemek için duraksıyor ve gülümsüyorlar fakat onunla konuşmuyorlardı, Çünkü o çalmayı kesmez ve onları görmez. Kara gözleri seslerin ince büyüsüyle tamamen kendinden geçmiş.

Bitiriyor, ve tahta flütü tutan elleri yavaşça aşağı iniyor.

O özel kısa sessizlik bir işaretmişçesine, başlama çizgisinin yanındaki eğlence çadırından bir boru sesi yükseliyor. Emredici, melankolik, içe işleyen. Atlar ince bacakları üzerinde şaha kalkıyor ve bazıları kişneyerek cevap veriyor.  Aydınlık yüzlü, genç biniciler atlarının boyunlarını okşayıp onları sakinleştiriyorlar. Atlarına “sakin ol, sakin ol güzelim, umudum…”diye fısıldıyorlar. Koşu parkurunca uzanan kalabalıklar rüzgârda sallanan bir çimen ve çiçek tarlasına benziyor. Yaz Şenliği başlamıştı.

Bu şeye inanıyor musunuz? Şenliği, şehri, coşkuyu kabul ediyor musunuz? Hayır mı? O halde size bir şeyi daha anlatmama izin verin.

Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrum katında, yada şu ferah evlerinden birinin mahzeninde bir oda var. Kilitli bir kapısı var ve hiç penceresi yok. Mahzenin bir yerindeki örümcek ağı kaplanmış bir pencereden tozlu az bir ışık, tahtaların arasındaki çatlaktan içeri sızıyor. Odanın bir köşesinde paslı bir kovanın yanında, uzun saplı, pislikten katılaşmış, berbat kokulu bir çift paspas duruyor. Yerler pislik içinde, dokununca bir ıslaklık geliyor ele, mahzen pisliği genelde böyle olur zaten. Oda yaklaşık üç adım boyunda ve iki adım genişliğinde: eski bir elbise dolabı yada bir eski eşya deposu. Odada bir çocuk oturuyor. Bir oğlan çocuğu da olabilir kız çocuğu da. Altı yaşında görünüyor fakat aslında on yaşında. Bir geri zekalı gibi görünüyor. Belki sakat doğmuştur, belki de korku, yetersiz beslenme ve ihmal yüzünden sonradan böyle olmuştur. Kovanın ve iki paspasın en uzağında bir köşede kamburu çıkmış otururken, burnunu kaşıyor ve sıklıkla ayak parmaklarını yada üreme organını yokluyor. Paspaslardan korkuyor. Onları korkutucu buluyor. Gözlerini kapıyor fakat paspasların yine de orada olduğunu biliyor. Kapı kilitli ve kimse de gelmeyecek. Kapı her zaman kilitli ve hiç kimse asla gelmez, fakat bazı zamanlar -çocuğun zaman algısı yok- kapı çarparak açılıyor ve birisi yada birçok kişi geliyor. İçlerinden biri gelip çocuğu kalkması için tekmeliyor. Diğerleri yanına yaklaşmıyor hiç. Fakat korku dolu iğrenmiş gözlerle ona bakıyorlar. Yiyecek tası ve su çanağı aceleyle dolduruluyor, kapı kilitleniyor ve gözler kayboluyor. Kapıya gelen insanlar asla bir şey söylemiyor, fakat bütün ömrü eski eşya deposunda geçmemiş, gün ışığını ve annesinin sesini hatırlıyan çocuk bazen konuşuyor. “İyi olacak” diyor. “Lütfen bana izin verin, iyi olacağım” diyor. Asla cevap vermiyorlar. Çocuk eskiden geceleri yardım çığlıkları atardı ve iyice ağlardı fakat artık ağlaması bir çeşit inleme halini almış “ığğ-hıı-ığğ-hıı” ve gitgide daha az konuşuyor. Çok cılız, bacaklarında hiç et yok, karnı kemiklerine yapışmış. Günde yarım tas mısır bulamacıyla besleniyor. Çıplak. Kaba eti ve uylukları sürekli kendi dışkısı üzerinde oturduğu için kapanmayan yaralarla dolu.

Hepsi, bütün Omelas halkı, onun orada olduğunu biliyor. Bazıları onu görmeye geliyor, bazılarıysa yalnızca onun orada olduğunu biliyor. Hepsi onun orada olması gerektiğini biliyor. Bazıları niye olduğunu anlıyor bazılarıysa anlamıyor, fakat hepsi biliyor ki onların mutluluğu, şehirlerinin güzelliği, arkadaşlıklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, âlimlerinin bilgisi, zanaatkârlarının ustalığı, hatta havaların güzel oluşu ve hasatlarının bereketi, tamamen, o çocuğun tiksinç sefaletine bağlı.

Bu durum genellikle çocuklar sekiz ile on iki yaşları arasındayken, bunu anlayabilecekleri düşünülürken, onlara açıklanır. Çocuğu görmeye gelenler çoğunlukla genç insanlardır. Ama sık sık bir yetişkinin de çocuğu görmeye yada bir kez daha görmeye geldiği olur. Bu durum onlara ne kadar iyi açıklanmış olsa da, bu genç izleyiciler gördükleri karşısında sarsılırlar ve gördükleriyle hasta olurlar. Aşmış olduklarını sandıkları iğrenme duygusuna kapılırlar. Bütün açıklamalara rağmen duruma kızarlar, öfkelenirler ve acizlik hissederler. Çocuk için bir şey yapmak isterler, fakat yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Eğer çocuk o aşağılık yerin dışarısına, gün ışığına çıkarılırsa, eğer temizlenir beslenir ve rahat ettirilirse, bu iyi bir şey olacaktır. Fakat eğer bu yapılırsa o gün o saat Omelas’ın bütün zenginlikleri, güzelliği ve hazzı yok olup gidecektir. Kurallar bunlar. Omelas’taki herbir yaşamın iyiliğini ve güzelliğini, bir tek küçük gelişme için değişmek: bir tekinin mutluluk şansı için binlercesinin mutluğunu yok etmek: bu suçluluk duygusunu içeri almak olacaktır aslında.

Kurallar kesin ve katı, çocuğa bir tek güzel söz bile söylenemez.

Genç insanlar çocuğu gördüklerinde ve bu korkunç paradoksla yüzleştiklerinde evlerine göz yaşları içinde yada kuru bir galeyanla koşarlar. Bunun üzerine haftalarca veya yıllarca düşünürler. Fakat zaman geçtikçe anlamaya başlarlar ki, çocuk özgürlüğüne kavuşturulsa bile, bundan pek bir şey anlamayacaktır. Sıcak olmanın ve beslenmenin hafif bir hoşluğu, ama daha fazlası değil. Gerçek coşkunun ne olduğunu bilemeyecek kadar aşağılanmış ve embesilleşmiştir. Korkularından kurtulamayacak kadar uzun süre korkmuştur. Davranışları insanlara uyum sağlayamayacak kadar kaba sabadır. Açıkçası bunca zamandan sonra onu koruyan duvarlar, gözleri için karanlık ve üzerinde oturacağı kendi pisliği olmaksızın muhtemelen o yok olacaktır. Gerçeğin korkunç adaletini anlamaya başlayıp durumu kabullendikleri zaman adaletsizliğin acısına döktükleri gözyaşları diner. Yine de onların gözyaşları ve öfkeleri, cömert olmaya çalışmaları ve de çaresizliklerinin kabulüdür belki de hayatlarındaki görkemin gerçek kaynağı. Onlarınki sorumsuz ve boş bir mutluluk değildir. Çocuğun olmadığı gibi kendilerinin de özgür olmadığını bilirler, acımayı bilirler. Mimarilerini seçkin, müziklerini dokunaklı ve bilimlerini üstün kılan, çocuğun varlığı ve onun varlığından haberdar olmaktır. O çocuk sayesinde diğer çocuklara böylesine duyarlı davranırlar. Bilirler ki, eğer o biçare orada karanlıkta ağlayıp sızlamazsa, diğer çocuk, o flüt çalıcısı, genç at binicileri yaz sabahının ilk ışıklarında yarış için tüm güzellikleriyle hazır olduklarında, o neşeli müziklerini yapamaz.

Onlara şimdi inandınız mı? Daha inanılır değiller mi? Fakat anlatacağım bir şey daha var ki, bu biraz inanılmaz.

Çocuğu görmeye giden bazı genç kızlar veya erkekler ağlamak veya çileden çıkmak için evlerine dönmez, esasında evlerine hiç dönmezler. Bazen daha yaşlı adamlar ve kadınlar da bir iki gün sessiz kalıp evlerini terk ederler. Bu insanlar sokağa çıkar ve sokak boyunca yalnız başlarına yürürler. Yürümeyi sürdürürler ve Omelas’ın güzel kapılarından geçip şehirden doğruca çıkarlar. Omelas’ın tarlaları boyunca yürürler. Her biri yalnız başına yürür, oğlan yada kız, erkek yada kadın. Gece çöker, yolcular köy yolları boyunca, sarı ışıklı pencereleri olan evlerin arasından ve tarlaların karanlığı içinden geçip giderler. Her biri yalnız başına, batıya veya kuzeye, dağlara doğru giderler. Devam eder, Omelas’ı terk ederler. Karanlığa doğru yürür, bir daha geri gelmezler. Gittikleri yer mutluluk şehrinden daha zor hayal edilebilir bir yerdir çoğumuz için. Tarif edemem. Var olmama ihtimali de var. Ama nereye gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler.

çalar saatler 
Yıldız patlamaları, çalar saatler. Vakti geldiğinde uyanışlar. 20 ışık yılı uzaklıkta bir yıldız 19 yıl önce ömrünün sonuna gelip muazzam bir enerji boşalmasıyla patladıysa, o patlama esnasında saçılan enerjiler 1 yıl içinde dünyaya ulaşacak demektir.  Sadece bir yıldız patlamasıyla oluşabilecek bir enerji, özel bir frekans. Bu özel enerji, dna sarmalımızdaki uyur haldeki bazı kısımları uyandırıyor olabilir mi? Bu dna kısımları o yıldız patlamasını bekliyor olabilir mi? Yeni bir buzul çağı varsa kaderimizde, uyanacak o dna kodlarına, genlere, ihtiyacımız olacak belki. Buzul çağının, yıldız patlamalarının ve dna’mız ortak bir zamanlaması olabilir mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder