25 Nisan 2016 Pazartesi

rastsal karşılaşmalar. zin




Spinoza 1
Spinoza okumalarından çıkardığım şeyleri yazıvereyim. Spinozaya göre iki tür duygu vardır. Keder ve neşe. Ve bu duyguları başımıza gelen işlerin bizdeki tesirine göre açıklar. Eğer ki başımıza iyi bir şey gelir ve yaşama gücümüzü arttırırsa bu bize neşe verir. Tam dersi durum ise keder verir. Ve işte can alıcı nokta hangi karşılaşmaların bize keder hangilerinin neşe vereceğini nasıl bilebiliriz. Sınırlarımızı bilerek. Birçok yerde karşımıza çıkan kendini bil öğüdü burada sınırlarını bil olarak çıkmış karşımıza sanki. On yedinci yüzyıldan bir filozof. Okumalar devam etmekte

Spinoza 2
Şu meşhur hikaye Tanrı Ademe elmayı yeme dedi. Bir Adem eğer ki Tanrı ona elmayı yeme dediyse elma hakkında ne düşünebilir ki en fazla? Herhalde elmanın Spinoza’nın deyimiyle bir şekilde zehirli olduğunu  düşünür. Veya öyle düşünmesin de bildiğimiz elma olarak düşünsün. Cennette Ademsin ne olur yahu yemesen bir elmayı da? Adem Tanrının hakkında uyardığı bir elmayı yememesi gerektiğini idrak edemeyecek durumda ise o halde Adem pek de şuurlu biri değildi ve yediği de günah değildi.


Spinoza 3
Spinoza okumalarından geçtiğimiz kadarı ile işte beni en çok heyecanlandıran yer: “Mutlak olarak sonsuz, yani bütün sıfatlara sahip olan tek bir töz (tanrı da diyebiliriz) vardır, ve yaratılmışlar denen şeyler, yaratılmış değildirler, bu tözün tarzları veya var olma tavırlarıdırlar.” Ve Spinoza’yı bize anlatan Deleuze bu alıntıdan biraz önce şöyle der “Ethica’da (Spinoza’nın kitabı) Tanrı dünyadadır, dünya Tanrıdadır”. Bu heyecan verici çünkü bu düşünce yaratılanın ve yaratanın ayrı şeyler olmadığını söyler. Bilmediğimiz bir alemde ayrı bir varlık olarak bir tanrının bizleri seyredip ara ara mesajlar gönderdiği, insanları yönetmek üzere temsilciler atadığı, bizleri bir çeşit teste tabi tuttuğu fikirlerini bir kenara bıraktırır. Tanrı hemen şimdi tüm sıfatlarıyla ve sonsuzluğuyla tam burada bu andadır ve bir biçimde her şey onun ta kendisidir. Her neye elini atsan Tanrı odur. Tanrı o kadar buradadır ki her bir varlık onun bir var olma biçimidir. Ve varoluşun bütün bu çok çeşitliliği Tanrının sonsuzluğundan olsa gerektir. Ve bütün bu biçimlerin sahibi Tanrı olduğuna göre biçimler arasında da hiçbir hiyerarşi olamaz. Yani tüm varlıkların varoluşları aslında Tanrının bir var olma biçimidir ve dolayısıyla hiçbiri diğerinden üstün değildir. İşte bu vurgu, egemenlerin insanları yönetme yetkisini Tanrıdan aldıkları (kut inancı/ asil kan – soyluluk/ tanrı krallar/ firavunlar/ peygamber krallar) savını tümden reddetmektedir. Bir rahibin de, kralın da, dilencinin de, hırsızın da varoluş bakımından birbirinden farkı yoktur ve eşittir.  Spinoza’nın din tarafından aforoz edilmiş olmasına şaşırmamak gerek şimdi.


Spinoza 4
Spinoza’ya göre canlı veya cansız diye bir ayrım yoktur. Canlılar da cansızlar da aynı doğa ve evren yasalarına tabidir. Söz gelimi nasıl ki insanların duygulanışları varsa cansızların da duygulanışları vardır. Kış güneşinin doğuşu bir insan için neşeli bir duygulanış yaratıyorsa, balmumun güneşte yumuşaması da onun güneş karşısındaki duygulanışıdır, veyahut suyun soğuğu görünce donması onun soğuk karşısındaki duygulanışıdır. Yani kısacası canlılara atfettiğimiz tüm özellikler aslında fiziksel değişimlerdir ve bunların tümü cansız maddeler için de geçerlidir ve dolaysıyla da aslında canlı ve cansız şeklinde kategorik bir ayrımdan söz etmek aslında doğru değildir. Bir insan aslında onu oluşturan organların iş birliğidir. Ve organlar da hücrelerden oluşur. Daha yakına gittiğimizde ise fizik yasalarina göre hareket eden atomlar ve moleküller görürüz ve bu açıdan herhangi her yerde bulunabilen atomlardan ve moleküllerden farklı değildirler. Fakat Spinoza insanı bir birey olarak tanımlar. Organlar da bireydir ve insan bir takım organ bireylerinin iş birliği ile var olmuş bir üst bireydir. İnsanlar da bir araya gelip bir futbol takımı oluşturabilir örneğin. Futbol takımı da bir bireydir ve bir birey olarak bir kudrete sahiptir. Yapabilecekleri ve yapamayacakları vardır. Ve ona canlı veya cansız demek anlamsızdır.

Kimyasal Evrim
Birçok insan biyolojik evrimi artık anlamış gibi görünüyor. Çeşitli dinlere ve yaratılış hikayelerine inananlar dahi gördüğüm kadarıyla artık evrimi inançları içinde bir yerlere koymaya çalışıyorlar. Çünkü konu yeterince basit ve eldeki tarihi ve arkeolojik bulgularla da gözlemlenebilir durumda. Genler zaman içerisinde mutasyonla veya eşleşmeyle varyasyonlar oluşturuyor ve bu varyasyonlardan ortama en iyi uyum sağlayanlar hayatta kalarak ve üreyerek kendini çoğaltıyor ve zaman içinde buna göre türde bir değişim gözlemleniyor. Buna evrimin biyolojik aşaması diyebiliriz. Buraya kadar tamam ancak biyolojik evrimin öncesi, yani ilk bakterinin, ilk proteinin, ilk amino asitin nasıl oluştuğu konusu birçok insan için bir soru işareti. En basit amino asit bile (glisin = NH2CH2COOH) 10 tane atomun belirli bir şekilde birleşmiş olmasından oluşuyor. Peki bu 10 tane atom doğru şekilde nasıl bir araya geldi? Glisini oluşturan 5 hidrojen 2 oksijen 2 karbon 1 azot atomunu farklı renklerde toplar olarak hayal edersek bu topların belirli bir oryantasyonda denk gelerek birleşmesi elbette küçük bir olasılıktır. Ve de elbette iş glisinle bitmiyor. En basit bakteri için bile daha kompleks amino asitlere ve bu amino asitlerin birleşerek oluşturduğu çok daha kompleks proteinlere ve daha bir sürü çeşit moleküllere ve bunların doğru oryantasyonla bir araya gelmelerine ihtiyaç var. Tüm bunların oluşması bu hesapla çok çok daha küçük bir olasılık. Ama işte  kimyasal evrim diye bir şey var ve kimyasal evrim en kompleks amino asitlerin ve hatta proteinlerin oluşumunu bir olasılık olmaktan çıkararak bir sürece dönüştürüyor. Kimyasal evrim de aslında biyolojik evrimle aynı mantığa sahip. Yani ortama uyum sağlayabilenin kendini devam ettirmesi ve çoğalması ortama uyum sağlayamayanın ise yok olması olayı. Şöyle; dünyanın ilk oluşma zamanlarındaki bataklıkları, deniz volkanlarının ağızları gibi yerleri birçok çeşitli atomun bolca bulunup birbiriyle karıştığı bir çeşit kazana benzetebiliriz. Burada sürekli farklı atomlar birbirleriyle denk gelip çarpışma yaparak yani reaksiyona girerek yeni moleküler oluşturuyorlar. Oluşan moleküllerin bazıları ortama göre kararsız yapıda olup kısa bir süre sonra parçalanarak ayrılıyor ve başlangıç atomlarına geri dönüyorlar. Oluşan bazı moleküller ise kararlı yapıda olup ortamdaki varlıklarını sürdürüyorlar. Ve doğal olarak oluşan yeni kararlı moleküllerle beraber de sayıları giderek artıyor yani çoğalıyorlar. Bir yandan da oluşan kararlı moleküller diğer atomlarla veya diğer başka kararlı moleküllerle reaksiyon vererek daha uzun zincirli yeni moleküller oluşturuyorlar. Bunlar da yine kararlılık ve kararsızlıklarına göre benzer bir elemeden geçiyorlar ve böylece kararlı ve karmaşık yapılı moleküller yavaş yavaş oluşuyor ve ortamda çoğalıyorlar. Yani glisin ve diğer amino asitler, çeşitli yağ asitleri, çeşitli kompleks organik kimyasallar onları oluşturan atomların bir anda tesadüfen bir araya gelmesiyle oluşmuş değiller, kimyasal evrim sürecinden geçerek oluşmuşlardır. Yani doğal seçilim denilen ortama uyumlu olarak varlığını devam ettirebilenin doğada kalarak çoğalması yoluyla. Ve bugün de evrim sürecini inceleyen ve dünyanın ilk ortamlarının taklit edildiği deneylerde laboratuar ortamında bu moleküllerin kendiliklerinden süreç içerisinde oluşabildikleri gözlemlenebiliyor.

Kimyasal evrimle ilgili ayrıntılı bir anlatım için şuraya bakılabilir
http://www.evrimagaci.org/makale/34

Sopayla evcilleştirilmiş insan
İnsan evrimsel süreç içerisinde diğer türlerden beynini kullanma kapasitesi bakımından üstünleşerek ayrılmıştır. Bu kapasite sayesinde tuzak kurup avlanmış, tarımsal yöntemleri keşfetmiş ve hayvan sürülerini de evcilleştirebilmiştir. Hayvan sürülerinin evcilleştirilmesinin aslında bugünkü sömürü düzeninin ilk adımı olduğunu söyleyebiliriz. Yaşamak için barınak ve yem sağlanan hayvanların etinden sütünden yününden yumurtasından yavrusundan faydalanmaya başlanılmıştı. Hayvan sürülerini ilk evcilleştiren insan grupları elde ettikleri zenginlikle diğer insan gruplarına karşı büyük bir üstünlük elde etmiş olmalıydılar. Böylece kısa sürede diğer insan gruplarına ait bölgeleri de ele geçirip oralara da yayıldılar ve evcil hayvan sürülerine sahip insanlar dünya üzerinde hızla çoğalmaya başladı. İnsanların sayı olarak çoğalması ve hayvanların evcilleştirilmesi sürecinden gelen tecrübe yeni bir ihtimali doğurdu. İnsan topluluklarının evcilleştirilerek sürüler haline getirilmesi. Çünkü evcilleştirilerek disipline edilecek insanlar egemenleri için daha verimli hale gelecek ve egemenler rakip egemenlere karşı büyük bir üstünlük elde edecekti. Benim düşüncem dinin tam da bu zamanda icat edildiğidir. Hayvanların davranışlarına verilen ödül ve cezaların hayvanları evcilleştirmede işe yaradığını gören insanlar diğer insanları da evcilleştirmek için benzen bir yöntem izlediler. İnsan topluluklarını evcilleştirmek için uyulması gereken kuralları din adı altında insanlara verdiler. Kurallara uymayanlar toplum tarafından cezalandırılıyor uyanlar ise ödüllendiriliyordu. Sonraları ise ölümden sonra hayat kavramı da keşfedilecek ve kurallara uymanın büyük ödül ve cezaları öbür dünyaya bırakılacak ve daha kati bir evcilleştirme ve egemenler için kaynak tasarrufu sağlanacaktı.