28 Temmuz 2011 Perşembe

moon riders. zin




AY IŞIĞI – isaac asimov
Çocukken bazı şanssız insanların dolunayda kurtadama dönüşmeleriyle ilgili birçok kitap okudum ve film izledim.
Fakat bu işin mantığı kafamı kurcalardı. Neden dolunay. Ben de dolunayı pek çok defalar gördüm ve ışığında kaldım fakat sonuç olarak hiçbir şey hissetmedim. Ay ışığı esasen gün ışığından ya da yapay ışıktan farklı bir ışık mıdır?
Mesela dolunay ışığı dolunaydan bir gün öncesinin vaya sonrasının ışığından farklı bir ışık mıdır? Ben bu üç gün içindeki ayın şekillerini güçlükle ayırt edebilirim. Ve bu işin prensibi hep ya da hiçken, bir kurtadam bunu nasıl ayırt edebilir. Bir kurtadamın dolunayın bir gün öncesinde ya da sonrasında yüzde 95 kurtadama dönüşmesi gerekmez mi? Hatta bir yarım ay gecesinde de yarım kurtadama dönüşmesi gerekmez mi?
Bu sorularıma tatmin edici bir cevap bulamadım ve işin kolayı kurtadamların dolunaydan aslında anlatıldığı gibi etkilenmediklerine karar verdim. (Büyüdükçe insanların kurtadamlara dönüşmesiyle ilgili daha ciddi sorunlar olduğunu fark ettim ve aslında kurtadam diye bir şeyin olmadığını sonunda anladım.)
Fakat ay ışığına doğaüstü güçler atfetme işi sürmekte. Ayın evrelerine göre ilaçların insan vücudunda farklı etkiler gösterdiğini, ya da şiddet, cinayet, intihar vakalarının dolunayda arttığını ve bunun benzeri şeyleri arada bir duyuyorum. Bu durumda, eski halk inanışlarında (örneğin farklı türdeki bitkilerin ayın farklı evrelerinde dikilmesi gerektiği gibi), aya önem verilmesinin ardında bir şeyler olabilir.
Bu önermeler hiç değilse başka kurgulara kapı açtığı için bir bilim kurgu yazarı olarak beni hemen kendine çekiyor. Fakat bir bilim adamı olarak nesnellik adına durup her şeyi tekrar değerlendirdiğimde, bilim kurgu yazarı bakış açımla kendimi buna inandıramıyorum.
Tarih öncesi çağlardan beri insanların ayın değişen evrelerinin farkında olduğunu çok iyi biliyorum. İlk takvimler ayın döngüsüne göre düzenlenmişti ve pek çok dinsel, matematiksel ve de bilimsel fikir bu döngüden doğmuştu. Ay, ilk zamanların insan düşünüşü için o derece önemliydi ki, gerçekte doğru olmadığı kolayca anlaşılabileceği halde, insanlar her türlü gücü ayla ilişkilendiriyordu. (Ayla delilik arasında bir bağlantı manasız geliyor ama bu bağlantı ‘lunacy’ kelimesinde saklı kalıyor.) (Ç.Notu Luna=Ay, Lunacy=Delilik)
Dolayısıyla mümkündür ki, insanlar ayın insanlar üzerindeki etkilerine inanmaya ve bu yönde istatistik toplamaya oldukça meyilliler. Verilerin seçimini de bilinçsizce, zaten inanmaya meyilli oldukları şeyin (örneğin, ayın evrelerinin insan davranışlarına olan etkileri gibi) yönlendirmesinde yapıyorlar.
Bu nedenle daha çok istatistik toplandıkça sonuçlar artık itiraz edilemez hale geliyor ve ayın evrelerinin insan davranışları üzerinde önemli etkileri olduğunu kabul etmek gerekiyor. Peki, bu durum nasıl açıklanabilir?
Ay ışığının anlaşılamayan bir şekilde de olsa insanlar üzerinde güçlü etkileri olduğu sonucuna varılabilir. Fakat bu, mistisizme kayan çekici bir yöntem de olsa, bilimsellik açısından yanlıştır. İmkân dâhilinde bütün etkiler araştırılmadan ve yetersiz bulunmadan önce anlaşılmazlığı kabul etmemek gerekir.
Örneğin, ayın evreleriyle bağlantılı olan en belirgin etkenlerden biri yeryüzüne düşen ışık miktarıdır. Sanayileşme öncesi dönemde, gece seyahat etmek zorunda kalan insanlar dolunayın olduğu haftayı tercih ederlerdi, böylece daha fazla ışık olurdu (Bulutsuz bir gece farz edelim). Benzer bir şekilde Astronomi Adası (bir grup amatör astronom) yıllık yaz dönemi yıldız gözlemleri için Bermuda’ya yolculuklarında yeni ayın olduğu haftayı seçerler ki ay ışığı yıldızların ışıklarını soldurmasın.
Her neyse, istekli ve mantıklı olan davranışlar bizim araştırma noktamız değil. Peki, ayın ilaç reaksiyonları veya psikopatoloji üzerindeki etkileri nelerdir? Ay ışığını gün ışığından farklı kılan bir şey var mıdır? Nihayetinde ay ışığı zaten yansıyan güneş ışığıdır. Tabi, aydan yansıyan ışık bir miktar polarize olur fakat gökyüzünde dağılan güneş ışığı da bir miktar polarizedir.
Ayın bir diğer etkisi de gelgitlerdir. Ayın çekim gücünün, ay ve dünyanın yüz yüze olduğu tarafta daha yoğun olması, o taraftaki okyanus sularının kabarmasına diğer tarafta ise alçalmasına yol açar ve yarım gün aralıklarla bu döngü devam eder. Bu kabarmaların ve çekilmelerin büyüklüğü ayın evresine göre farklılık gösterir. Evreler ayın güneşe göre olan pozisyonuyla değişir ve güneşin çekimi ayın çekimiyle paralel doğrultudayken (dolunay ve yeniay) kabarma ve çekilmeler en fazla, ayın ve güneşin çekimleri birbirine dik açılarda olduğu zaman (ilk ve son dördün) ise kabarma ve çekilmeler en azdır.
Buradan şu çıkıyor; her yarım günde bir gelgit döngüsü ve her iki haftada bir büyük/küçük gelgit döngüsü yaşanıyor.
Bu gelgit döngüleri insanları etkiliyor olabilir mi? İlk bakışta nasıl olduğu anlaşılamıyor fakat kesin olan bir şey okyanus kıyısında yaşayan canlıların bundan etkileniyor olduğudur. Denizin çekilmesi, sonra tekrar yükselmesi hayat ritimlerini çok derinden etkiliyor olmalıdır. Örneğin en yüksek kabarmanın yaşandığı evre yumurtaların bırakılması için en avantajlı zamandır. Dolayısıyla bu canlıların davranışlarının ayın evreleriyle bağıntılı olması gerektiği görülüyor. Bu durum ay/gelgit/davranış bağlamında düşünüldüğünde mistik değildir. Fakat ara elemanı çıkarıp yalnız ay/davranış bağlantısını düşünürseniz, mantıklı bir görüşü yarı gizemli bir hale döndürürsünüz.
Peki deniz kenarında yaşayan kurtçuklar ve balıklarla insanların ne bağlantısı olabilir.
Bu evrimsel bir bağlantıdır. Kendimizi şimdi yüzergezer canlılardan çok uzakta görebiliriz, fakat soyumuz 400 milyon yıl önce muhtemelen kara-deniz ara yüzünde yaşayan ve gelgit ritminden fazlasıyla etkilenen canlılardan geliyor.
Evet, fakat bu 400 milyon yıl önceydi. O zaman ki gelgit ritminin bizi şu an hala etkilediğini düşünebilir miyiz? Pek olası gözükmüyor fakat bu, akla yatkın bir olasılık.
Dolayısıyla bunu düşünmeliyiz.
Omurgamızın en alt kısmında atalarımızın en az 20 milyon yıldır taşımadığı bir kuyruğun kalıntısı olan kemikler var. Apandis adında atalarımızın belki daha uzun zamandır kullanmadığı bir organın kalıntısını taşıyoruz. Benzer şekilde balinalar ve pitonlar da bir zamanlar atalarının sahip olduğu fakat artık kaybolmuş olan ayaklara ait küçük kemikler taşıyorlar; yavru tepelitavuk kuşunun da kanatlarında kuşların henüz kanatlarının olmadığı dönemlerden kalma iki adet pençe vardır; atların da bir zamanlar çift toynağı varken şimdi tek toynağı ve diğer toynağın kalıntısı ince kemikleri vardır. Bizim durumumuzda ise, bizler (ve diğer memeliler) embriyo dönemindeyken oluşan, fakat çabucak ortadan kalkan bir solungaç geliştiririz. Bu, bize atlarımızın deniz canlıları olduğunun hatırasıdır.
Bu tip işlevini kaybetmiş organların hemen hemen bütün canlılarda olduğu bilinmektedir (ve bu evrime dair ciddi kanıt teşkil eder). Peki, neden atalarımıza ait, artık işlevini yitirmiş biyokimyasal vede fizyolojik özellikler de taşımayalım? Daha öznel olarak, neden gelgitsel ritmin bazı özellikleri bizde kalmış olmasın?
Karmaşık beynimiz hala her yarım günde bir ve on dört günde bir olan gelgit döngüsünden atalarımızın milyonlarca yıl boyunca etkilenmiş olduğu gibi etkilenmeye meyilli olabilir. Bu çok şaşırtıcı ve garip olabilir ama en azından mantıklı ve inanılırdır. Neden sonuç ilişkisi zincirinden gelgit halkasını çıkarmak ve davranışlarımızın ayın evreleriyle birlikte değiştiğini düşünmek, bizi bir hiçin peşindeki mistik kovalamacaya götürür.
Peki, bu gelgitsel ritmi nasıl daha etkili bir şekilde ortaya koyabiliriz? Veri toplamak ve bunları ayın evrelerine göre doğrulamaktan daha iyi bir yol yok mudur?
Bana öyle geliyor ki, eğer bu ritimler bizim ilaçlara olan tepkimizi, ya da vahşete veya depresyona olan eğilimimizi etkiliyorsa, o halde bizim iç sistemimizi de etkiyor olmalıdır. Hormon üretiminde ve dengesinde on dört günlük inişler ve çıkışlar ya da bağışıklık sisteminde inişler ve çıkışlar ya da beyindeki ilaç reseptörlerinde ve de nevrokimyamızın birçok işlevinde bu inişler ve çıkışlar olmalıdır.
Biyokimyamızdaki bu tip dalgalanmaları bulmak bana öyle geliyor ki, suyunun suyunun etkilerini incelemekten çok daha ikna edici olur.
SONSÖZ: Bu makale yayımlandıktan sonra, kadınlardan, neden aybaşı döngüsünden bahsetmediğime ilişkin bazı kızgın mektuplar aldım. Benim antifeminist bir önyargıya sahip olduğumu düşünüyorlarmış gibi görünüyor. Her defasında, hiç kimsenin böyle bir bağlantı kurmuş olabileceğini düşünemediğimi söyleyerek cevap verdim. Benim bildiğim kadarıyla menstrual döngü çoğunlukla düzensizdir ve bazen de tamamen düzensizdir. Ortalama periyodu bile, ayın döngüsüyle tam olarak aynı değildir ve menstruasyonun başlangıcı dolunaya ya da ayın evrelerinden birine düzenli olarak denk gelmez. Bence, herhangi bir haftada, adet görebilecek yaştaki kadınların dörtte biri ayın evrelerinden bağımsız olarak aybaşı geçiriyor. Peki, o halde neden menstuasyon periyodu ile ayın döngüsü birbirine bu kadar yakın? Tesadüf diye de bir şey olamaz mı? (Bu arada diğer pirimatların menstrual periyodu ayın döngüsünden çokça ayrıdır.)
Çevirmen eki:
Ve hatta neden çevresel ve sosyolojik şartlara göre gelişmiş fakat şartların ortadan kalkmasıyla artık işlevini yitirmiş psikolojik davranışlar da taşımayalım. Örneğin insanların klanlar halinde yaşayıp düşman klanların mağaralarına baskınlar yaptıkları zamanlar veya barbarların yağma için köyleri bastıkları zamanlar milyonlarca yıl boyunca yaşandı. Havanın güzel iklimin yumuşak olduğu bir gün kuşkusuz baskın için elverişli bir zamandı. Fakat havanın sert, yağışlı, fırtınalı olduğu bir günde kilometrelerce yol gidip baskın yapılamazdı. Bugün hala insanlar havanın fırtınalı, karlı olduğu bir günde evlerinde olmaktan garip bir huzur duyuyorsa, bu bize atalarımızdan kalmış fakat artık işlevini yitirmiş bir psikolojik davranış olabilir mi?ayfazı

ADAM’S EVOLUTION
Adam Smith’in kapitalist teorisiyle, Charles Darwin’in evrim teorisi birbirine yakın zamanlıdır. Hatta derlerki, Darwin ünlü ‘türlerini kökeni’ adlı kitabını yazarken Adam Smith’in teorilerinden etkilenmiştir. Rakipler içerisinde ayakta kalmak bir konuda uzmanlaşmaya bağlıdır. Örneğin bir şehirde yüzlerce camcı olduğunu düşünün. Sıkı bir rekabet halindedirler. Ama bir tanesi akvaryum camı konusunda uzmanlaşırsa ayakta kalma şansını artırır. Çünkü şehirde akvaryum yapımı işinden anlayan bir ya da iki camcı vardır. Bir diğeri de ayna konusunda uzmanlaşabilir, bir başkası da cam cephe kaplaması konusunda uzmanlaşabilir. Türler için de bu böyledir. Tabi onların uzmanlaşması, yani evrimi biraz daha uzun sürer. Milyonlarca yıl kadar. Örneğin pek çok kuş türünün atası başlangıçta birkaç türdü. Mesela şahin, kartal ve atmaca. Şahin görme konusunda uzmanlaşarak keskin gözleriyle avını kolayca buldu ve bu şekilde rekabet şansını artırdı ve türünü devam ettirebildi. Kartalın güçlü kanatları oldu ve pençeleri oldu, büyük hayvanları bile avlayabildi. Atmaca çok çevikti, diğer yırtıcılardan kolayca kaçabildi. Primatlar açısından da durum benzerdir. Maymun ağaçlara kolayca tırmanabildi ve ağaçlar içerisinde hızlı haraket edebilme yeteneği vardı. Goril güçlüydü. İnsan da beynini kullanabilme konusunda uzmanlaştı ve teknoloji icat ederek rekabet şansını arttırdı ve ayakta kalabildi. Türler arasındaki rekabet ve türün kendi cinsleri arasından farklılaşarak uzmanlaşması süreçleri yavaş da olsa hala devam etmekte. Belki milyonlarca yıl sonra da insan türü kendi arasında farklı konularda uzmanlaşarak çeşitlencek. Örneğin beyninin sol lobununda ilgili yeri geliştirip, çok uzun hesaplamaları adeta bir bilgisayarmış gibi kafasından yapıp mükemmel olasılık tahminlerinde bulanabilecek insanlar (Frank Herbert’in Dune romanında mentatlar) ya da beyninin sağ lobundaki bir bölgenin gelişmesiyle sezi gücü kazanmış, karşısındakinin doğru söyleyip söylemediğini anlayabilecek insanlar (Dune’da doğru söyletenler) yada çok zor iklim koşullarına adapte olarak rakiplerin ulaşamayacağı yerlerde yaşayabilecek insanlar (Dune’da fremenler), yada beyninin ilgili bölgesinde bir uzmanlaşmayla üstün öğrenme yeteneği kazanmış insanlar (Dune’da Bene Geseritler), yada teknoloji üretmede üstünlük sağlayan insanlar (Dune’da IX’ler) evrim süreci içerisinde oluşabilir. Evet, gelecekte bizi buna benzer bir insanoğlu çeşitliliği bekliyor.
Bir yandan kendi türümüz içindeki rekabet sayesinde farklılaşıp çeşitlenirken bir yandan da diğer türlerle mücadele etmek zorundayız ve bu mücadelenin asla sonu gelmeyecek. Hiçibir zaman insan en güçlü türdür diyemeyiz. Örneğin virüsler DNA larını değiştirip çok hızlı bir şekilde mutasyona uğramak ve farklı özelliklerde yeni canlılar oluşturmak konusunda son derece uzmanlar. Bu müthiş bir özellik. Beliki de 5000 yıl sonra oluşacak bir virüs türü insan ırkı için kırıcı bir tehdit oluşturacak. İnsan da aklını kullanarak yeni teknolojiler geliştirerek bu tip tehditleri savuşturabilmeli ve bu konudaki uzmanlığını ilerletebilmeli. Çünkü diğer türler örneğin virüsler kendi uzmanlıklarını hiç durmadan ilerletiyorlar.
Bu noktada şunu söylemek isterim. Yaşam yaşamı destekler. Canlılık canlılığı arttırır. Yani türler arası rekabet birbirini yok etmek üzerine değil tersine mümkün mertebe çeşitliliği devam ettirmek yaşamı var etmek üzerine kuruludur. Bunun sebebi bir türün varlığının, diğer türlerin de varlığını desteklemesidir. Bu bizim için de geçerlidir. Doğadaki her türün varlığı, bizim varlığımızı destekleyicidir. Şunu bile söyleyebilirim. Salonunuzda yaşayan bir menekşe varsa yaşam sizin için daha kolaydır. Örneğin derin denizlerde yaşayan henüz hiç bilmediğimiz bir tek hücreli canlı türü, bundan 5000 yıl sonra değişime uğrayacak bir virüsün sebep olabileceği bir tehtide karşı insanların geliştireceği aşının kaynağı olabilir. Aynı şekilde daha varlığından bile haberdar olmadığımız canlıların ilginç gen yapılarının anlaşılması insanlığa yeni ufuklar açabilir ve hayatta kalma mücadelesinde yardımcı olabilir. O halde hayatta kalma mücadelesi içerisinde, diğer türlerin de canlılığının, çeşitliliğinin korunması insanoğlunun ortak paydası olmalıdır.
O halde Carettaların yumurtladığı sahillere daha özenli davranalım derim.

Komutan
B.Ç’nin belki yazacağı bilim kurgu fantezisinin giriş taslağından bir bölüm ele geçti
“Gozlerini merkez odanin ana giris kapisina cevirdi. Olumunun gelecegi o kapiya.. Olceginden bile emin degildi aslında. Ama ne olabilirdi ki baska? Butun istasyonda yasayan tek canlının kendisi oldugundan emindi. Tabi disardaki avcilari saymazsa.. Ani bir sok duygusuyla, hic korkmadigini fark etti. Sadece bitkinlik ve ardi arkasi kesilmeyen dusunceler.. Neyi dusunuyordu ki bu kadar?? Ölümü mü? Guc panelinin yaninda duran jericho marka antika silahi gozune carpti.. Neden olmasindi ki?”
B.Ç ye sorular
Konfedarasyonu oluşturan federasyon kimler, bunların arasındaki hukuk ve bunları bir arada tutan ortak çıkar nedir?
Avcıların avı nedir avlağı neresidir?

26 Temmuz 2011 Salı