8 Ekim 2016 Cumartesi

koş. zin


ETTEN YAPILMALAR – Terry Bisson

"Etten yapılmalar."
"Etten mi?"
"Et. Etten yapılmalar."
"Et?"
"Buna hiçbir şüphe yok. Keşif araçlarımızla gezgenin farklı yerlerinden birçok örnek topladık, ve tümünü inceledik. Tamamen et.
"Bu imkansız. Peki ya radyo sinyalleri? Yıldızlara gönderilen sinyaller?"
"Konuşmak için radyo dalgalarını kullanıyorlar, fakat sinyaller onlardan gelmiyor. Sinyaller makinelerden geliyor."
"Tamam o zaman makineleri yapanlar kimler? İletişim kurmak istediklerimiz onlar."
"Makineleri yapanlar onlar. Sana söylemeye çalıştığım şey bu. Makineleri yapanlar et."
"Bu çok saçma. Et nasıl olurda bir makine yapabilir? Akıllı bir ete inanmamı mı istiyorsun?"
"İstemiyorum, söylüyorum. Bu yaratıklar bu bölgedeki akıllı tek ırk ve etten yapılmalar."
"Belki orfolei gibidirler. Hani bilirsin karbon tabanlı zeka ama et aşamasından geçiyorlar."
"Hayır. Et olarak doğuyorlar ve et olarak ölüyorlar. Onları birkaç nesil boyunca inceledik, ve bu zaten çok da zaman almadı. Etin ortalama ömrü konusunda bir tahminin var mı?"
"Hadi be sende. Tamam, belki de kısmen etler. Hani bilirsin weddilei gibi. İçinde elektron plazma beyin barındıran etten bir kafa."
"Hayır. Weddileiler gibi etten bir kafaları olduğu için bunu bizde düşündük. Ama sana söyledim. Tamamen inceledik. Her yerleri et."
"Beyin yok mu?"
"Oh, beyinleri var. Sadece şu ki beyin de etten yapılma! Sana söylemeye çalıştığım bu."
"Peki... düşünen ne?"
"Beni anlamıyorsun değil mi? Sana söylediğimi anlamayı kabul etmiyorsun. Düşünmeyi yapan beyin. Et."
"Düşünen et! Düşünen ete inanmamı bekliyorsun!"
"Evet, düşünen et! Bilinçli et! Seven et. Rüya gören et. Her şeyi yapan et! Olayı anlamaya başladın mı yoksa baştan mı almalıyım?"
"Aman Tanrım. Ciddisin sen. Etten yapılmalar."
"Teşekkür ederim, sonunda, evet. Hakikaten etten yapılmalar. Ve yaklaşık yüz yıldır bizimle iletişim kurmak için çabalıyorlar."
"Aman Tanrım. O halde bu etin aklında ne var?"
"Öncelikle bizimle konuşmak istiyorlar. Sonra sanırım evreni keşfetmek istiyorlar, diğer akıllı varlıklarla iletişim kurmak, bilgi ve fikir alış verişi, her zamanki gibi."
"Etle konuşmamız mı bekleniyor yani?"
"Evet bu bir fikir. Bize radyodan gönderdikleri mesaj bu. 'Merhaba. Orada kimse var mı? Evde kimse var mı?' Bunun gibi bir şey."
"O halde konuşuyorlar. Kelimeleri, fikirleri, kavramları mı kullanıyorlar?"
"Oh evet. Yalnız şu ki bunları etle yapıyorlar."
"Az önce bunu radyoyla yaptıklarını söylemiştin."
"Evet ama radyonun arkasındaki kim var sanıyorsun? Ses çıkartan et. Nasıl ki bir et parçasını çarptığında veya ona vurduğunda ses çıkartır, onun gibi. Etlerini birbirine çarptırarak konuşuyorlar. Hatta etlerinin içinden hava üfleyerek şarkı bile söyleyebiliyorlar."
"Aman Tanrım. Şarkı söyleyen et. Bu kadarı çok fazla. Ne öneriyorsun?
"Resmi olarak mı gayri resmi olarak mı?
"Her ikisi de"
"Resmi  önerim  evrenin bu bölgesinde bulunan tüm ırklarla veya çoklu yaşam biçimleriyle hiçbir ön yargı ve korku duymadan veya kayırmadan iletişim  kurmamız, hoş karşılamamız ve ağımıza dahil etmemiz gerektiğidir. Gayri resmi olarak ise kayıtları silip ve tüm bunları unutmayı öneriyorum."
"Bunu söylemeni umuyordum."
"Biraz acımasızca görünüyor, fakat bir sınır olmalı. Gerçekten etle iletişim kurmak ister miydin?"
"Yüzde yüz katılıyorum. Konuşacak ne var? Merhaba et. Nasıl gidiyor et? Fakat bu bir işe yarayacak mı? Kaç tane gezegenle böyle uğraşacağız?"
"Sadece bir tane." Diğer gezegenlere özel et kapları içinde gidebiliyorlar.  Fakat orada yaşayamıyorlar. Ve et oldukları için sadece C uzayında seyahat edebiliyorlar. Bu da onları ışık hızıyla sınırlandırıyor ve ancak çok zayıf sinyaller üretebilmelerine imkan tanıyor. Hatta aslında sonsuz derecede küçük sinyaller"
"O halde evde kimse yokmuş gibi yapacağız evrende"
"Evet."
"Acımasızca. Ama işte sen kendin de söyledin, kim etle iletişim kurmak ister ki? Peki ya keşif araçlarımıza alıp incelediklerimiz ne olacak? Bir şey hatırlamayacaklarına emin misin?"
"Eğer hatırlayacak olsalar bile deli oldukları düşünülecek. Kafalarının içine girdik ve etlerini yumuşattık, bizi sadece bir rüya olarak hatırlayacaklar."
"Bir etin rüyası! Bir etin rüyası olacağımızı düşünmek bile ne kadar ilginç."
"Ve tüm bölgeyi boş olarak işaretledik."
"Güzel resmi olarak ve gayri resmi olarak katılıyorum. Dosya kapanmıştır. Galaksinin bu tarafında ilginç başka bir şey var mı? Başka kimseler?"
"Evet, G445 bölgesinde dokuzuncu sınıf bir yıldızda kendisi biraz utangaç ama hoş bir hidrojen çekirdekli zeki küme var.  İki galaktik yıl öncesinde bizimle iletişimdeydi, şimdi tekrar arkadaş olmak istiyor."
"Her zaman bu civarlara geliyorlar"
"Neden olmasın? Düşünsene eğer biri evrende tamamen yalnız olsaydı evren onun için ne kadar da dayanılmaz, ne kadar da soğuk bir yer olurdu..."

son

Spinoza 9
Eylemler aynı oluğu halde niteliklerinin farklı olduğu bir örneği ele alıyor Spinoza. Neron’un ve Orestes’in annelerini öldürmeleri örneğini. Her ikisi de annelerini öldürüyorlar. Ancak tarih ve edebiyat Neron’u lanetle anarken Orestes bu şekilde kötülenmiyor tersine yüceltiliyor. Aralarındaki fark Neron bu eylemi gerçekleştirirken nankör acımasız ve boyun eğmezdir. Orestes ise babasını öldüren annesinden babasının intikamını almak için bu eylemi gerçekleştirir. Yani Orestes eylemi babası ile bir ilişki kurmak üzerine gerçekleştirir. Neron ise eylemini tutkularının yönlendirmesi altında gerçekleştirir. Orestes’in eyleminin sonucunda da bir dağılma (bir kişinin ölümü) söz konusu olsa da asıl hedef bir ilişki kurmaktır. Spinoza'ya göre tüm eylemleri iyilik veya kötülüklerine dair bu şekilde sınıflayabiliriz. Eylemin niyeti bir birleşme mi yoksa bir dağılma mı? Burada Ilgın’ın ansızın aklına düşüyor suç ve ceza’dan Raskolnikov. Acılarının sebebi tefeci yaşlı kadını öldürmek değildi. Onu öldürürken ondan nefret ediyor oluşuydu yani eylemini yaparken tutkularının yönlendirmesi altında olmasıydı. Burada benim aklıma gelen soru tutkularımızın yönlendirmesi altında olmaksızın nasıl eylemde bulunulabilir. Aklıma gelen tek cevap ise kişinin meditasyon halinde olduğu ve egosundan tamamen arınmış olduğu halidir.

Spinoza 10
Spinozadan derlediğim bilgiyle anladığım kadarıyla aşkın üç boyutunu yazmak istiyorum. Birinci boyutu aşkın pasif duygulanışlar altında gerçekleşmesi ve varlığını tamamen talihin ellerine bırakmış olmasıdır. Örneğin her sabah işe giderken dolmuşta için için yandığı kızla rastlaşan ama onu başka hiç tanımayan adamın aşkı gibi. İkinci boyutu kişilerin birbirlerine iyi gelen ve kötü gelen şeyleri keşfederek öğrendiği durumdur. Erkeğin sevdiği yemekleri öğrenen kadının ona bu yemeklerden yapması, kadının sevdiği şarkıları bilen erkeğin ona bu şarkılardan CD hazırlamasıdır yani kısaca birbirlerine iyi gelmeleridir. Üçüncü boyut ise Spinoza’nın deyimiyle kudret derecelerini bilmeleridir. Yani ayrı olarak veya birlikte olarak ne yapabileceklerinin ve ne yapamayacaklarının başka bir deyişle neyi başarıp neyi başaramayacaklarının bilgisine sahip olmalarıdır.

Spinoza 11

Delueze Spinoza’yı şöyle bitirdi: “Hiçbir zaman hiçbir eksiğimiz yoktur.” veya şöyle de diyebiliriz -her şey birdir.

30 Eylül 2016 Cuma

Bir kişiyle karşılaşmanda o kişiyi tahakkümün altına almakla elde edeceğini zannettiğin o cezbedici hal aslında hiç de cezbedici bir hal olmadığı gibi tam tersine karşındakinde nefret ve iğrenti uyandıracak bir haldir ve bunu başaramamanın sana getireceği ise bir eziklik ve nefret duygusu iken karşındakinde uyandıracağı ancak bir büyüklenme olacaktır. Bundan hiçbir zaman bir arkadaşlık çıkmayacak ancak büyüklenenin egosu şişerken eziklenenin egosu açlık çekecektir. Arkadaşlık güçlünün tahakkümünü barındırmaz arkadaşlık cana can katan bir karşılaşmadır.

9 Ağustos 2016 Salı

paralan. zin



Spinoza 5
Doğal hak kavramı üzerine Deleuze’un ders notlarında iki ayrı bakış açısı anlatılıyor. İlki klasik (geleneksel) doğal hak kavramı. Buna göre her insanın bir özü vardır ve insanların doğal hakları özlerine uygun düşen şeylerdir. Ancak özün ne olduğunu ve neyin öze uygun düşüp düşmeyeceğini kim bilebilir? Yalan söylenebilir mi? Peki ya beyaz yalanlar? Aç bir insan hırsızlık yapabilir mi? Vesaire bir sürü sorular. İşte bu klasik doğal hak kavramı, ki buna özcü yaklaşım da deniyor, bir dış sese ihtiyaç duyuyor. Yani bilge biri bize söyleyecek neyin özümüze uygun olup neyin olmadığını. Bir bilge bir aziz bir peygamber bir ermiş vs lazım. Çünkü biz bilemeyiz neyin bizim için iyi olduğunu….. Bunu geçiyorum ve Spinozacı doğal hak kavramına geliyorum. Spinozaya göre kişilerin özlerini belirleyen onların kudretleridir. Yani bir şeyin özü yapabildikleridir. Her şey bir kudretle tanımlanır ve bir bireyin doğal hakkı kudretinin yettiği her şeydir. Asmak kesmek kelle uçurmak hırsızlıktan altın vurmak. Ancak insan doğası gereği toplumsaldır ve toplumsal olmanın gereği olarak da uzlaşmacıdır. Bireyler toplumsallık adına uzlaşma yoluyla haklarından feragat ederler. Bu etik davranmadır. Olan budur.

Spinoza 6
Bazı alıntılar
- Spinoza’ya göre bireyler her biri sonsuz sayıda basit sarkaçtan oluşmuş bileşik sarkaçlardır. Ve bireyi tanımlayan şey de bir titreşimdir. Tamam.
- Spinoza’nın hareket ve dinginlik ilişkilerinden, hareket ve durağanlık oranlarından bahsettiğinde anlatmak istediği nedir? Şunu demektedir; sonsuz küçüklükler, sonsuzca küçük şeylerin sonsuz bir koleksiyonu, sonsuz bir toplamı, şu ya da bu bireye, şu ya da bu hareket ve dinginlik ilişkisi içinde aittir, nedir bu ilişki? – bu diferansiyel bir ilişkidir. Bu, sonsuz toplamlarda, sonsuzca küçük şeylerin sonsuz toplamlarında  beliren diferansiyel bir ilişkidir. 0/0 ilişkisi sıfıra eşit değildir. Diferansiyel bir ilişkidir. Başka bir deyişle sonsuza küçülürken terimler yitip gitse de ilişki hala devam etmektedir. Belirlenmiş tek şey terimler arasındaki ilişkidir.
-Özler mantıksal imkanlar olamazlar. Eğer mantıksal imkanlar olsalardı, hiçbir şey olurlardı: Bu yüzden özlerin fiziksel gerçeklikler olmaları gerekir. Ama bu fiziksel gerçeklikler varoluşun fiziksel gerçekliğiyle birbirine karışmaz. Nedir özün fiziksel gerçekliği? Beyaz bir duvar hayal edin. Üzerinde hiçbir şey yok. Sonra bir kalemle geliyorsunuz, bir adamcık çiziyorsunuz, sonra onun yanına bir başka adamcık çiziyorsunuz. Bu Ilgın bu da Fehmi J

Spinoza 7
Analizci bir yaklaşımla cisimlerin/bireylerin yapıtaşlarına doğru gidebiliriz. Hücreler moleküller atomlar. Daha sonra protonlar nötronlar ve daha da sonra quarklar ve bu bir son değil mutlaka. Peki bu analizi nereye kadar sürdürebiliriz en temelde en küçük ne var? En küçüğün içinde ne var? Spinoza en son noktaya yani sonsuza küçük yapı taşına basit cisim diyor. Basit cisim sonsuzca küçük cisimdir ve bir içselliği yoktur. Ancak basit cisimler birbirleri ile belli bir ilişki içinde sonsuzca sayıda bir araya geldiklerinde bir içsellik yaratırlar ve bireyi oluştururlar. Bir şeye şişe başka bir şeye minder diyebiliyorsak bunun sebebi iki cismi ayrı ayrı oluşturan basit cisimlerin iki farklı cisimde de farklı bir ilişki içinde olmalarındandır. Peki neyin ilişkisi bu? Hareket ve dinginliğin. Tüm var oluşun çeşitliği her birey veya nesnede hareket ve dinginliğin farklı oranlarda bir araya gelmesiyledir. Burada henüz cevapsız kalan soru hareket varlık olarak nedir? Dinginlik varlık olarak nedir? Bu soru şimdilik kalacak. Ama acaba bu soru şurada kendine bir örnek bulabilir mi? Örneğin müzik. Seslerin ve sessizliklerin uyum içinde bir ilişki içinde oluşudur. Müziği oluşturan ses ve sessizlik belki de hareket ve dinginlik için bir analog olabilir. Bir başka anoloji de termodinamiğin temel yasaları üzerinden kurulabilir diye düşünüyorum. Evrendeki her madde her cisim veya her birey de diyebiliriz, sahip olduğu entropi ve entalpi açısından bir denge durumundadır. Her şey maksimum entropi ve minumum enerjiyi arzular. Ancak maksimum entropi maksimum entalpi gerektirdiğinden bu ikisi ancak denge halinde olabilir ve evrendeki çeşitliliğin sebebi de bu dengedir. Böyle olmasaydı evren tek bir fazdan meydana gelirdi ve çeşitlilik olmazdı. O halde entropi ve entalpi ilişkisi Spinoza’nın hareket ve dinginlik ilişkisinin analoğu olabilir. Hareket maksimum entropinin dinginlik ise minimum enerjinin yerine konulabilir.


Spinoza 8
Daha önce Spinoza’nın canlılık ve cansızlık arasında bir fark koymadığını yazmıştım. Ve abiyogenez başlığı altında canlı dediğimiz varlıkların cansızlıktan nasıl evrildiğini araştıran bilim dalının da canlılık ile cansızlık arasına bir sınır çizmediğini de yazmıştım. O halde madem hepimiz aslında cansız varlıklarız, ki bu bence olağanüstü şaşırtıcı bir sonuç, o halde benlik diye tanımladığımız nedir. Eğer ben kategorik olarak cansız bir varlık veyahut bir mekanizma isem o halde beni diğerlerinden ayıran sınır nedir. Bana ait dediğim duyular nasıl bana ait oluyor. Burada aklıma gelen şu. Ben dediğim şey aslında beni oluşturan tüm şeylerin, organların, dokuların, sinirsel uyarımların, atomların yani her şeyin duygulanışlarının toplamı olsa gerek. Benim parmağımı kesildiğinde acı hissediyorsam ama bir başkasının parmağı kesildiğinde acı hissetmiyorsam bunun sebebi ben dediğim şeyin aslında orada acı uyaranı veren sinirsel iletiler ve onu algılayan reseptörler olmasıdır.

Para meselesi
Spinoza para meselesi üzerine de bir şeyler söylemiş olsun isterdim. Deleuze’un Spinoza üzerine 11 ders kitabında bu konuda bir şey bulamadım ama daha sonra okuyacağımız Etika’da belki bu konu hakkında bir şeyler bulabilirim. Şunu merak ediyorum para gerçekten insan toplumu için bir olmazsa olmaz mı? Daha önce hakkında bir çeviri yapmış olduğum Jacque Fresco’nun Venüs Projesine göre hayır olmazsa olmaz değil. Ve bizler avcı toplayıcı olduğumuz dönemde para diye bir şey yoktu bu da bir gerçek. Neden paranın olmadığı bir dünyaya kafaya taktım sebebini söyleyeyim çünkü paranın zehirleyici bir yönü olduğunu için için hissediyorum. İşin çok derinlerine girmeye çabalamadan sadece çevremde ve kendimde gözlemlediğim bazı şeyleri aktarmak istiyorum. İşin sonucu da şimdilik paranın olmadığı bir topluma değil ama bir servetin peşinden koşmanın anlamsızlığına bağlayacağım.

Kısa zamanda, gençlik gitmeden, çok para elde etmek istiyoruz. Ne kadar çok para? Şu mahkum olduğumuz 9-6 mesaisine hayatımız boyunca bizi bir daha mahkum etmeyecek kadar çok para. Yada en azından kendi işimizi kuralım kendi kendimizin patronu olalım da kendi kendimize izin verebilelim en azından bu kadarcığı olsun diyeceğimiz para. Be sebeple pek çoğumuz daha liseden itibaren ve üniversite boyunca işi fikirleri para kazanma yolları düşünür taşınırız. Hayat çünkü bir deneyimler ve olasılıklar havuzudur. Hayatımız boyunca mümkün olduğunca çok deneyim yaşamak isteriz. Yani gezmek ve yapmak istediğimiz merak ettiğimiz her şeyi deneyimlemek isteriz. Kazandığımız paranın azlığının yanı sıra iş mahkumiyeti önümüzdeki en büyük engeldir. Özellikle günümüz dünyasında kapitalist düzen bize hayatı para kazanmak için  bir fırsatlar dünyası gibi tanıtır. Şansınız yaver giderse bahisten yada forexten oturduğunuz yerden dakikalar içinde bir daha hiç çalışmanıza gerek kalmayacak ölçüde para kazanabilirsiniz. Yani fırsat her zaman vardır. Es keza aklınıza düşecek bir iş fikrini sadece iş fikrini bile satarak fırsatı yakalayabiliriz. İşte bu çok para kazanmak için bir fırsatın her zaman var olduğu fikri insanı kolektif mücadeleye katılmak yerine bireysel hareket etmeye yönlendirir. Ve evet işleri ve şansı yaver gidip bunu başaranlar da vardır. Filmler diziler reklamlar gazeteler bu kişilerle doludur ve günün birinde bizler de onlar gibi olup bir arka sayfa güzeline sarılacağımız günün hayalini kurarız. Oysaki bence göremediğimiz veya göz ardı ettiğimiz bir şey var. Sadece zengin olmakla asla gerçek anlamda tatmin olup mutlu olmayacağız. Çünkü en basit bir yoldan diyelim ki 5m$ kazanıp işte bu bana hayatım boyunca yetecek para bir daha çalışmama gerek kalmayacak kurtuldum desek bile aslında kurtulmuş olmayacağız. Çünkü bu sefer de diğerlerinin yoksullukları ile baş başa kalacağız. En sevdiğimiz arkadaşlarımız, kuzenlerimiz, komşularımız 9-6 mesaisinde ömrünü geçirirken biz bu çok boş zamanımızda kiminle takılacağız. Kimseyle paylaşıp dertleşeceğimiz iki dedikodu edeceğimiz neyimiz olacak. Ve daha kötüsü birileri gerçekten açlıktan ölüyorken biz paylaşmadığımız parayla daha büyük bir vicdan azabıyla karşı karşıya kalmayacak mıyız. Ve o kadar parayı nasıl yöneteceğiz? Dolar mı almalı ya düşerse altın mı almalı ya çalınırsa ev mi almalı ya savaş çıkarsa vs vs. Bir sürü problem ve mutsuzluk sebebi. Belki de bu yüzden piyango zenginlerinin daha sonraki batak hayatlarını sıkça duyuyoruz. Kendi kendilerini bilerek batırıyorlar olamaz mı. Fakir oldukları hayatı özlüyorlardır belki. Belki de ben bu yüzden forexte 1000$ kaybettim J Aslında şöyle bir gerçek var tıpkı diğer türler gibi karıncalar gibi arılar gibi veya kırlangıçlar gibi bizler de hayatta kalabilmek için çalışmak zorundayız. Toplumsal bir refahın olması insanların çalışmasını gerektiriyor. Tek başına bir kurtuluş olacağı yanılsaması ile hayatı kumar oynar gibi yaşamak yerine kolektif bir mücadelenin içinde yer alırsak ve savaşlar gibi gelir dengesizliği gibi gereksiz kaynak israflarını durdurabilirsek belki gelirlerimizi arttırıp çalışma saatlerimizi azaltabilir ve çalışma koşullarımızı iyileştirebiliriz. O zaman karıncalar, arılar ve kırlangıçlar gibi çalışmamız gerektiği kadar çalışıp geri kalan zamanlarda keyfimize bakabiliriz. 

28 Temmuz 2016 Perşembe

venus project. zin



VENÜS PROJESİ

Ekonomik faaliyetleri daha verimli yürütmek adına gelişen teknolojinin de yardımıyla her gün yeni makineler ve daha gelişkin robotlar üretiliyor. Yani eskiden bizim insan gücüyle yaptığımız işleri çok daha kusursuzca ve çok daha hızlıca yapan robotlar ve makineler var artık ve daha iyileri de olmaya devam edecek. O halde  bütün işleri makinelerin ve robotların yaptığı insanların da gönüllük esasına göre günde bir iki saat çalıştığı bir dünyayı neden hayal etmeyelim. İşte buna benzer bir doğrultuda hayal kuran ve hayal kurmakla da kalmayıp bir proje tasarlayan Jacque Fresco’nun “Venüs Projesi” ile karşılaştım. Venüs projesi işlerin robotlara yıkıldığı bir dünya hayal etmenin çok ötesinde, para tabanlı kıtlık ekonomisinin toplumda yarattığı ve beslediği aç gözlülük hırs rekabetçilik gibi negatif duygu hallerini ve nihayetinde yoksullukları ve savaşları da bitirmeyi planlayan sosyolojik anlamda da bir dönüşüm projesi.  Venüs projesi için Jacque Fresco’nın bir ütopyacı oluğunu düşünebilirsiniz. Ama haklı olduğu bir nokta var; o da eğer kültürümüz bu yolda devam ederse ve bunu değiştirmeyi başaramazsak, gezegenin ekolojik dengelerinin bozulduğu, savaşlar, kıtlıklar ve büyük göçler sebebiyle kendi kendimizi yok edeceğimiz bir noktaya doğru hızla ilerlediğimizdir. Gazeteci Jolita Kelias’ın web sitesinden Venüs Projesi hakkında derlenmiş bir yazıyı buraya çeviriyorum:


Venüs Projesi, sürdürülebilir yeni bir dünya medeniyeti için alternatif bir vizyonu savunur. Böyle bir toplumsal ekonomik sistem şimdiye kadar var olmamıştır. Kültürümüzün savaş, yoksulluk, açlık, borç ve bunun gibi birçok gereksiz sefaleti asırlardır çekmeye devam etmesini sadece engellenebilir olarak görmekle kalmaz bunu tamamen kabul edilemez bulur ve kültürümüzün yeniden tasarımı için çağrıda bulunur.

Venüs Projesi, Kaynak Tabanlı Ekonomi olarak da adlandırılabilir, sürdürülebilir ve barışçıl bir dünya medeniyetine hizmet edecek küresel ve bütünsel bir toplumsal ekonomik sisteme dönüşmek için uygulanabilir bir plan ortaya koyan bir organizasyondur.  Venüs Projesi, insan haklarının sadece kağıt üstünde kalmadığı, fakat hayat tarzı olarak benimsendiği bir sisteme yönelik bir alternatif çizer.
Venüs Projesi, geleceğin nasıl olacağına dair bir tahminde bulunmaz, fakat sürdürülebilir yeni bir dünya medeniyeti için bildiklerimizi uygularsak geleceğin nasıl olabileceğine dair bir vizyon sunar. Kültürümüz asırlardır savaş, yoksulluk, açlık, borç ve bunun gibi birçok gereksiz sefaleti çekmeye devam etmesini sadece engellenebilir olarak görmekle kalmaz fakat bunu tamamen kabul edilemez bulur ve kültürümüzün yeniden tasarımı için çağrıda bulunur. Bundan daha azını yapmak bugünün dünyasında bulunan aynı kategoriden problemlerin devam etmesine sebep olacaktır.

.
Venüs Projesi sürdürülebilir yeni bir dünya medeniyeti için alternatif bir vizyonu savunur, ve böylesi bir toplumsal ekonomik düzen şimdiye kadar hiç var olmamıştır. Paranın, politikanın, parayla para kazanmanın adım adım ortadan kaldırılacağı yakın bir gelecek düşler. Her ne kadar bu idealist bir hayal gibi görünse de bu vizyon yıllarca süren çalışmalara ve deneysel araştırmalara dayanmaktadır. Eğitimden ulaşıma temiz enerjiden tüm kent sistemlerine uzanan bir kapsamı vardır.

Eğer süregiden sosyal ve uluslararası sorunlarımıza bir son vermek istiyorsak Dünyayı ve kaynaklarını tüm insanlığın ortak mirası olarak kabul etmeliyiz. Dünya geniş ve yeterli kaynağa sahip. Deneyimimiz gösteriyor ki, parasal kontrol yoluyla kaynakları bölmek artık medeniyetimizi sürdürme mücadelemize tersi yönde etki ediyor.  Günümüzde artık gelişmiş bir teknolojiye sahibiz ancak sosyal ve ekonomik sistemimiz aynı derecede gelişmedi. İş mahkumiyeti ve borçlanma olmadan da dünyanın yeterli kaynakları ile herkes için bir bolluk dünyasını kolaylıkla yaratabiliriz. İnsanlığın aklı ve bilimsel ve teknolojik uygulamaları sayesinde çevreyi korurken geleceği yönlendirebilir ve geleceğe şekil verebiliriz.


Venüs Projesi, gezegenin kaynaklarının tüm dünya yaşayanlarının ortak mirası olarak kabul edildiği bir ekonomik sistem için çalışmamızı önermektedir. Parasal yöntemlerle kaynakların bölündüğü mevcut sistem insanlığın ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz olmakla birlikte medeniyetimiz için yıkıcıdır da.
Basitçe söylemek gerekirse, Kaynak Tabanı Ekonomik Sistemde, kaynakları en adil bir yöntemle en insancıl ve verimli bir şekilde bölüştürmek için kullanacağız. Tüm mal ve hizmetlerin herkes için para, borç, takas gibi herhangi bir borçlanma biçimi veya iş mahkumiyeti olmaksızın ulaşılabilir olduğu bir sistem olacak.
Kaynak Tabanlı Ekonomiyi daha iyi anlamak için şunu düşünün. Eğer dünyadaki tüm para bir gecede yok olsaydı, tarım toprakları, fabrikalar, personel ve diğer kaynaklar dokunulmadan kalsaydı, insanların ihtiyacı için gerekenleri yine de üretebilirdik. İnsanların ihtiyaç duyduğu şey para değil, fakat ihtiyaç duyduklarına finansal kaygılar duymaksızın, bürokrasiye gerek kalmaksızın ulaşabilmek. Kaynak Tabanlı bolluk ekonomisinde para gereksiz olacak.
Bu yeni sosyal tasarımın amacı servet ve güç elde etmek gibi ego merkezli sığ amaçların artık teşvik edilmediği, insanların kendilerini gerçekleştirmesinin ve yaratıcılıklarının maddi ve manevi olarak ödüllendirildiği yeni bir değerler sistemidir.


Ekilebilir arazilerimiz, fabrikalarımız, gerekli kaynaklarımız ve teknik personelimiz olduğu sürece dünyadaki tüm para yok olsa bile yine de her şeyi üretebilir ve hatta bolluk yaratabiliriz. 1929 Dünya Ekonomik Krizinde mağaza vitrinlerinde elektrikli süpürgeler ve galerilerde arabalar vardı. Dünya hala aynı yerdi. Yalnızca insanların cüzdanlarında paraları yoktu ve alım güçleri düşüktü. İkinci dünya savaşının başlangıcında ABD’nin 600 kadar savaş uçağı vardı. Çok kısa süre içerisinde bu yetersiz arz yılda 90,000 uçak sağlayacak şekilde giderildi. İkinci dünya savaşının başlangıcında soru şuydu: Bu savaşta ihtiyaç duyulacak malzemeleri üretebilmeyi sağlayacak yeterli para var mı? Cevap hayırdı. Yeterince para veya altın yoktu. Fakat yeterli kaynak vardı. ABD’nin yeterli üretime ve verimliliğe ulaşarak savaşı kazanması yeterli kaynakları ve teknik personeli sayesinde oldu.
Öyle görünüyor ki, herhangi bir devletin gerçek zenginliği onun doğal kaynaklarına ve onun fakirliği önlemek ve insanca yaşamak adına çalışan insanlarına dayanıyor. Politik ideoloji, dini inançlar, örf ve adetler fark etmeksizin kesin olarak doğal kaynaklara dayanıyor. -Örneğin temiz hava, su, ekilebilir araziler-, ve yüksek standartlarda bir yaşam için endüstriyel malzemeler ve teknik personel. Para bazlı sistem yüzlerce yıl önce keşfedildi ve o zaman için bile pek uygun sayılmazdı. Biz ise hala işlerlikten çoktan çıkmış, muhtemelen bugünün sorunlarının çoğundan sorumlu aynı sistemi kullanıyoruz. Hiç kuşkum yok ki, bugünün en zengin insanı bile Venüs Projesinin önerdiği yüksek enerjili toplum içinde çok daha iyi bir halde olacak. Kaynak Tabanı Ekonomide insanın saldırgan hali yok olacak. Sürekli olarak fazlaca kafamıza taktığımız ev kredileri, sağlık harcamaları, yangın sigortası, ekonomik krizler, işten çıkarılma korkusu ve vergiler gibi şeyleri insanlar daha fazla kafalarına takmayacaklar. Bu yüklerin ortadan kalkmasıyla ve kıskançlık, açgözlülük, rekabet gibi duygular yaratan durumların giderilmesi ile hayatımız çok daha anlamlı olacak. İlk kez insan olmak ne demek bilmeye başlayabileceğiz.


Nüfus meselesi düşünülürken en son akla getirilen şey var olan sosyo ekonomik sistemimizin tüm insanların ihtiyaçlarını karşılamada ne kadar yetersiz kaldığıdır. Özellikle de akademisyenler gezegenin sınırlı kaynaklarına karşın sınırsız bir tüketime dayalı çağ dışı sosyo ekonomik sistemimizi suçlamak yerine dünyanın artan nüfusunu suçlarlar.
Bizim aşırı nüfus problemimiz yok. Bizim var olan kaynakları akıllıca dağıtamama ve bu kaynakların sürdürülemez seviyelerde israf olmasına sebep olan bir değerler sistemi problemimiz var.
Kaynak Tabanlı Ekonomik sistemde, bu verimsizlik daha fazla sürmeyecek. Bu sisteme adapte olan insanlar tüketimciliğin tamamen karşısında duracaklar ve bu insanlar gezegenin var olan kaynaklarının değerini bilen, bu değeri kendi maddi isteklerinin üzerinde tutan insanlar olacaklar. 
Doğru yönetildiği taktirde, var olan kaynaklarımız tüm dünyanın 7 milyarlık nüfusuna ve çok daha fazlasına çok daha iyi yaşam standartları sunmaya yeterlidir. Çoğalan insanların ihtiyaçlarını karşılamakla ilgili yetkinliğimiz teknik imkanlar geliştiği ölçüde artabilir ancak herkes için istediği her alanda eğitim görme, dünyanın istediği her yerine seyahat etme, yapmak istediği işlerle ilgilenme imkanları varken insanlar evde oturup çocuk yetiştirmekle zaten pek de ilgilenmeyecekler.
En yüksek doğum oranlarının, insanların en az eğitim gördüğü en az sosyo ekonomik imkanlara sahip olduğu, gelir eşitsizliğinin en fazla olduğu ülkelerde görülmesi şaşırtıcı değil.



Bu projenin en önemli sosyal yönü kaynak tabanlı bir ekonomik sistemde ekolojinin restorasyonu için bütün halkların birlikte çalışması olacak. Amaç Dünyanın tüm kaynaklarını tüm insanlığın ortak mirası olarak kabul ettirmek. Bunun, var olan savaş, yoksulluk, açlık, politik çöküntü, ve çevrenin yok olması döngüsünü bitirmenin tek yolu olduğunu görüyoruz. Sahip olduğumuz teknoloji tüm dünya insanlarına şimdiye kadar hayal dahi edilenden bile daha iyi yaşam standartları sağlayabilir. Nihayetinde insanları bölen yapay sınırları aşabiliriz. Bunu anlamakta güçlük çekiyorsanız şunu düşünün: ABD’de eyaletler birleştiği zaman sınırlardaki askerler kayboldu ve Amerikalılar sınırlardan özgürleşti. Aynısı, bilim ve teknolojinin gezegenin tüm sakinleri yararına kullanıldığı bir dünya için de uygulanabilir.
Var olan eski şehirleri yeniden yapılandırmak yerine müstakil yeni şehirler kurmak daha avantajlı. Böylece yeni şehirler son teknolojinin nimetlerinden faydalanabilir, temiz güvenli ve cazip bir çevreye sahip olabilir.
Öncelikle gezegenin tüm kaynaklarının bir dökümünü çıkarmak gerekiyor. İlk deneysel şehir yada planlama merkezi de diyebiliriz; ekilebilir arazilerin, üretim tesislerinin, ulaşım araçlarının, teknik personelin, nüfusun ve sürdürülebilir bir kültür için diğer tüm gerekliliklerin küresel bir dökümünü çıkaracak. Bu döküm bize insanların ihtiyaçları ve Dünyanın taşıma kapasitesi temelinde insanileşen bir sosyal ve teknolojik gelişme için küresel planlama parametrelerini ortaya çıkaracak. Bu, ancak gezegen kaynaklarının sürekli güncellendiği bir bilgisayarlı model ile başarılabilir.
İlk şehrin işlevi tasarım parametrelerinin doğruluğunu test etmek ve gerektiğinde değişiklik yapmak olacak. Bu yeni sosyal yönelimi kitaplar, dergiler, TV, radyo, seminerler, filmler, tema parkları aracılığıyla öteye taşıyacaklar. Ayrıca bir sonraki şehrin otomatik inşaat süreçleri ile kurulabilmesi için tasarım ve deney yapacaklar. Ayrıca yeni malzemelerin geliştirilme sürecinde ihtiyaç duyulacak alternatif temiz enerji kaynaklarının geliştirilmesi için de araştırma yapılacak.
Yeni sistem geçiş dönemi boyunca insanların tüm gereksinimlerini karşılayacak. Medeniyeti yaşatmak için üstün teknolojiyi ve kaynaklarımızı küresel ve insani bir sistem yaklaşımı içinde birleştirmeliyiz.



Geçiş döneminde kaynakları az olan bölgelere ilave kaynak sağlanacak. Bu gibi yerlere yiyecekler daha az yer kaplaması açısından kuru ve vakumlanmış olarak gönderilebilir. Paketler doğada çözünebilir yapıda olabilir. Ekilebilir arazileri olmayan bölgelerde hidroponik (topraksız) tarım yapılabilir veya balık çiftlikleri kurulabilir veya deniz tarımı da yapılabilir. Enerji ise rüzgardan, ısı yoğuşturuculardan, fotovoltaik panellerden, dalgadan, biokütleden, jeotermallerden ve diğer yenilenebilir kaynaklardan gelecek.
Bilimin farklı bölümlerinden bir araya gelerek oluşmuş bir ekip, proje gerekliliklerine uygun olarak mal ve hizmetlerin kitlesel bir şekilde üretileceği otomatik sistemler üzerinde çalışacak. Bunlar, dünyayı ve insanlarını korumak kollamak adına geleceğin barışçıl orduları olabilir. Bu daha önce hiç yapılmadı ve ancak para bir engel olmaktan çıktığı zaman yapılabilir. Soru paramız var mı yok mu değil, bunu yapabilmek için gerekli kaynak ve araçlarımız var mı.

İlk Aşama
Venüs Projesinin uzun dönemli planlarının ilk aşaması halihazırda uygulanmaktadır. Mucit, endüstriyel tasarımcı, gelecek bilimci, ve Venüs Projesinin kurucusu Jacque Fresco ve yardımcısı Roxanne Meadows, Florida’da 22 dönümlük bir alana, Venüs Projesini tanıtabilmek adına bir araştırma merkezi kurdular. Proje hakkında farkındalık oluşturabilmek için dört adet DVD, broşürler ve bir kitap: “Paranın alamayacağı en iyi şey: Politikanın, Yoksulluğun ve Savaşın ötesinde” çıkartıldı. Ulaşılabilir geleceği görselleştirebilmeye yardımcı olması için yüzlerce futuristik model ve pek çok bilgisayar animasyonu yapıldı.
Akadami ve Emmy ödülü belgesel film yapımcısı William Gazecki tarafından Jacque Fresco’nın yaşamını ve çalışmalarını anlatan önemli bir belgesel yapıdı.
Venüs Projesinin amaçları ve yönelimleri hakkındaki “Cennet ve Oblivion” isimli son belgesel https://www.youtube.com/watch?v=KphWsnhZ4Ag (veya Türkçe altyazılı olarak https://www.facebook.com/ParadiseOrOblivione/) adresinden izlenebilir.


İkinci Aşama
İkinci Aşama Venüs Projesinin geliştirdiği öneriler kapsamındaki bir dünyanın nasıl işleyeceğini tasvir eden uzun metrajlı bir film yapımını kapsıyor. Bu film Dünya gezegeni üzerinde küresel bir aile oluşturan tüm insanların barışçıl bir toplum oluşturmasına yönelik bir vizyon sunuyor olacak. Tüm insanların, paylaştıkları dünyayı daha iyi anlama çabası içerisinde oldukları bir medeniyet. Film hem yetişkinler hem de çocuklar için eğlendirici ve eğitici bir deneyim olarak tasarlanacak. Ayrıca halklar arasında bir köprü kurmak için de bir yöntem sunacak.



Üçüncü Aşama
Venüs Projesi, ideallerini pratiğe dökmek adına tasarım ve önerilerini test etmek için deneysel bir şehir kurmaya yönelik olarak çalışıyor. İlk binaların ve teknolojilerinin ayrıntılı planları çıkarılmaya başlandı. İlk deneysel şehrin inşası için fon sağlama çalışmaları devam ediyor. Kurulacak ilk deneysel şehrin Venüs Projesinin amaç ve hedeflerine yönelik olarak çalışacağı işler şunlar olacak.


  • Dünyanın kaynaklarının insanlığın ortak mirası olarak kabul edilmesi
  • İnsanları birbirinden ayıran yapay sınırların kaldırılması
  • Para bazlı ulusalcı bir ekonomiden kaynak tabanlı bir dünya ekonomisine evrilmek
  • Dünya kaynaklarının taşıma kapasitesine uymak adına dünya nüfusunun eğitim ve gönüllü doğum kontrolü yoluyla stabil hale gelmesi için yardımda bulunmak
  • Doğal çevremizi elimizden geldiğince restore etmek
  • Şehirlerimizin, ulaşım sistemlerimizin, tarımsal endüstrilerin, ve fabrikaların enerji verimli, temiz ve insanların ihtiyaçlarını karşılar nitelikte yeniden tasarlanması
  • Yeni teknolojilerin tüm halkların yararına paylaşılması ve uygulanması
  • Temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması ve geliştirilmesi
  • Dünya insanlarının faydası için en iyi kalite ürünlerin üretilmesi
  • Herhangi bir mega projeden önce çevresel etki değerlendirmeleri yapmak
  • Yapılanma sürecinde yenilikçiliğin en geniş ölçüde kullanılmasını teşvik etmek
  • Milliyetçiliğin, yobazlığın ve önyargıların eğitim yoluyla yok edilmesini sağlamak
  • Her türlü elitçiliğin yok edilmesini sağlamak
  • Yöntemleri salt düşünceler yerine dikkatli araştırmalar neticesinde oluşturmak
  • Gerçek fiziksel dünyada ihtiyacımızı karşılayacak iletişim becerilerimizin okullarda geliştirilmesi
  • İnsanların yalnızca temel gereksinimlerini karşılamak değil ayrıca insanların tutkuyla girişecekleri işlerde tekdüzelikten sıyrılıp bireyselliklerini keşfetmeleri yönünde teşvikte bulunmak
  • Son olarak, insanları bilgisel ve duygusal olarak gelecekte bekleyen değişimlere hazırlamak

Dördüncü Aşama
Deneysel ilk şehir kurulduktan sonra şehri ziyaret edeceklere insani ve çevre dostu yaşam tarzları hakkında bilgi verebilecek bir tema parkı yapılması da planlanmakta. Akıllıca tasarlanmış, kirlilik olmayan, yüksek verimli ulaşım sistemleri, evler ve şehirler; gelişmiş bilişim teknolojileri ve insanların hayatlarına katkı sağlayacak pek çok yenilik – mümkün olan en kısa zamanda.

Şunun farkındayız ki, hiç kimse geleceği bilemez. Yalnızca elimizdeki mevcut bilgilerden ve trendlerden bir tahminde bulunabiliriz. Nüfus artışı, teknolojik değişim, dünya genelindeki çevresel koşullar, ve ulaşılabilir kaynaklar geleceğe ışık tutmak adına gereken temel bilgiler.

Bu projenin; felsefi, dini, politik, bilimsel veya ideolojik bir bakış açısından tek bir itiraz noktası dahi olamaz.

Venüs Projesi Ütopik veya Disütopik değildir veya idealistlerin uygulanabilir olmayan hayalleri de değildir. Yalnızca zaten bildiğimiz bilgilerin akılcı bir şekilde ulaşılabilir amaçlar doğrultusunda uygulanmasıdır. Eminiz ki önümüzdeki en büyük engel kendi kendimize çizeceğimiz sınırlardır.

Eğer kendinizi bu yönde tanımlıyorsanız, sizi bunun gerçekleştirilmesine yönelik olarak birlikte çalışmaya çağırıyoruz. www.TheVenusProject.com


25 Nisan 2016 Pazartesi

rastsal karşılaşmalar. zin




Spinoza 1
Spinoza okumalarından çıkardığım şeyleri yazıvereyim. Spinozaya göre iki tür duygu vardır. Keder ve neşe. Ve bu duyguları başımıza gelen işlerin bizdeki tesirine göre açıklar. Eğer ki başımıza iyi bir şey gelir ve yaşama gücümüzü arttırırsa bu bize neşe verir. Tam dersi durum ise keder verir. Ve işte can alıcı nokta hangi karşılaşmaların bize keder hangilerinin neşe vereceğini nasıl bilebiliriz. Sınırlarımızı bilerek. Birçok yerde karşımıza çıkan kendini bil öğüdü burada sınırlarını bil olarak çıkmış karşımıza sanki. On yedinci yüzyıldan bir filozof. Okumalar devam etmekte

Spinoza 2
Şu meşhur hikaye Tanrı Ademe elmayı yeme dedi. Bir Adem eğer ki Tanrı ona elmayı yeme dediyse elma hakkında ne düşünebilir ki en fazla? Herhalde elmanın Spinoza’nın deyimiyle bir şekilde zehirli olduğunu  düşünür. Veya öyle düşünmesin de bildiğimiz elma olarak düşünsün. Cennette Ademsin ne olur yahu yemesen bir elmayı da? Adem Tanrının hakkında uyardığı bir elmayı yememesi gerektiğini idrak edemeyecek durumda ise o halde Adem pek de şuurlu biri değildi ve yediği de günah değildi.


Spinoza 3
Spinoza okumalarından geçtiğimiz kadarı ile işte beni en çok heyecanlandıran yer: “Mutlak olarak sonsuz, yani bütün sıfatlara sahip olan tek bir töz (tanrı da diyebiliriz) vardır, ve yaratılmışlar denen şeyler, yaratılmış değildirler, bu tözün tarzları veya var olma tavırlarıdırlar.” Ve Spinoza’yı bize anlatan Deleuze bu alıntıdan biraz önce şöyle der “Ethica’da (Spinoza’nın kitabı) Tanrı dünyadadır, dünya Tanrıdadır”. Bu heyecan verici çünkü bu düşünce yaratılanın ve yaratanın ayrı şeyler olmadığını söyler. Bilmediğimiz bir alemde ayrı bir varlık olarak bir tanrının bizleri seyredip ara ara mesajlar gönderdiği, insanları yönetmek üzere temsilciler atadığı, bizleri bir çeşit teste tabi tuttuğu fikirlerini bir kenara bıraktırır. Tanrı hemen şimdi tüm sıfatlarıyla ve sonsuzluğuyla tam burada bu andadır ve bir biçimde her şey onun ta kendisidir. Her neye elini atsan Tanrı odur. Tanrı o kadar buradadır ki her bir varlık onun bir var olma biçimidir. Ve varoluşun bütün bu çok çeşitliliği Tanrının sonsuzluğundan olsa gerektir. Ve bütün bu biçimlerin sahibi Tanrı olduğuna göre biçimler arasında da hiçbir hiyerarşi olamaz. Yani tüm varlıkların varoluşları aslında Tanrının bir var olma biçimidir ve dolayısıyla hiçbiri diğerinden üstün değildir. İşte bu vurgu, egemenlerin insanları yönetme yetkisini Tanrıdan aldıkları (kut inancı/ asil kan – soyluluk/ tanrı krallar/ firavunlar/ peygamber krallar) savını tümden reddetmektedir. Bir rahibin de, kralın da, dilencinin de, hırsızın da varoluş bakımından birbirinden farkı yoktur ve eşittir.  Spinoza’nın din tarafından aforoz edilmiş olmasına şaşırmamak gerek şimdi.


Spinoza 4
Spinoza’ya göre canlı veya cansız diye bir ayrım yoktur. Canlılar da cansızlar da aynı doğa ve evren yasalarına tabidir. Söz gelimi nasıl ki insanların duygulanışları varsa cansızların da duygulanışları vardır. Kış güneşinin doğuşu bir insan için neşeli bir duygulanış yaratıyorsa, balmumun güneşte yumuşaması da onun güneş karşısındaki duygulanışıdır, veyahut suyun soğuğu görünce donması onun soğuk karşısındaki duygulanışıdır. Yani kısacası canlılara atfettiğimiz tüm özellikler aslında fiziksel değişimlerdir ve bunların tümü cansız maddeler için de geçerlidir ve dolaysıyla da aslında canlı ve cansız şeklinde kategorik bir ayrımdan söz etmek aslında doğru değildir. Bir insan aslında onu oluşturan organların iş birliğidir. Ve organlar da hücrelerden oluşur. Daha yakına gittiğimizde ise fizik yasalarina göre hareket eden atomlar ve moleküller görürüz ve bu açıdan herhangi her yerde bulunabilen atomlardan ve moleküllerden farklı değildirler. Fakat Spinoza insanı bir birey olarak tanımlar. Organlar da bireydir ve insan bir takım organ bireylerinin iş birliği ile var olmuş bir üst bireydir. İnsanlar da bir araya gelip bir futbol takımı oluşturabilir örneğin. Futbol takımı da bir bireydir ve bir birey olarak bir kudrete sahiptir. Yapabilecekleri ve yapamayacakları vardır. Ve ona canlı veya cansız demek anlamsızdır.

Kimyasal Evrim
Birçok insan biyolojik evrimi artık anlamış gibi görünüyor. Çeşitli dinlere ve yaratılış hikayelerine inananlar dahi gördüğüm kadarıyla artık evrimi inançları içinde bir yerlere koymaya çalışıyorlar. Çünkü konu yeterince basit ve eldeki tarihi ve arkeolojik bulgularla da gözlemlenebilir durumda. Genler zaman içerisinde mutasyonla veya eşleşmeyle varyasyonlar oluşturuyor ve bu varyasyonlardan ortama en iyi uyum sağlayanlar hayatta kalarak ve üreyerek kendini çoğaltıyor ve zaman içinde buna göre türde bir değişim gözlemleniyor. Buna evrimin biyolojik aşaması diyebiliriz. Buraya kadar tamam ancak biyolojik evrimin öncesi, yani ilk bakterinin, ilk proteinin, ilk amino asitin nasıl oluştuğu konusu birçok insan için bir soru işareti. En basit amino asit bile (glisin = NH2CH2COOH) 10 tane atomun belirli bir şekilde birleşmiş olmasından oluşuyor. Peki bu 10 tane atom doğru şekilde nasıl bir araya geldi? Glisini oluşturan 5 hidrojen 2 oksijen 2 karbon 1 azot atomunu farklı renklerde toplar olarak hayal edersek bu topların belirli bir oryantasyonda denk gelerek birleşmesi elbette küçük bir olasılıktır. Ve de elbette iş glisinle bitmiyor. En basit bakteri için bile daha kompleks amino asitlere ve bu amino asitlerin birleşerek oluşturduğu çok daha kompleks proteinlere ve daha bir sürü çeşit moleküllere ve bunların doğru oryantasyonla bir araya gelmelerine ihtiyaç var. Tüm bunların oluşması bu hesapla çok çok daha küçük bir olasılık. Ama işte  kimyasal evrim diye bir şey var ve kimyasal evrim en kompleks amino asitlerin ve hatta proteinlerin oluşumunu bir olasılık olmaktan çıkararak bir sürece dönüştürüyor. Kimyasal evrim de aslında biyolojik evrimle aynı mantığa sahip. Yani ortama uyum sağlayabilenin kendini devam ettirmesi ve çoğalması ortama uyum sağlayamayanın ise yok olması olayı. Şöyle; dünyanın ilk oluşma zamanlarındaki bataklıkları, deniz volkanlarının ağızları gibi yerleri birçok çeşitli atomun bolca bulunup birbiriyle karıştığı bir çeşit kazana benzetebiliriz. Burada sürekli farklı atomlar birbirleriyle denk gelip çarpışma yaparak yani reaksiyona girerek yeni moleküler oluşturuyorlar. Oluşan moleküllerin bazıları ortama göre kararsız yapıda olup kısa bir süre sonra parçalanarak ayrılıyor ve başlangıç atomlarına geri dönüyorlar. Oluşan bazı moleküller ise kararlı yapıda olup ortamdaki varlıklarını sürdürüyorlar. Ve doğal olarak oluşan yeni kararlı moleküllerle beraber de sayıları giderek artıyor yani çoğalıyorlar. Bir yandan da oluşan kararlı moleküller diğer atomlarla veya diğer başka kararlı moleküllerle reaksiyon vererek daha uzun zincirli yeni moleküller oluşturuyorlar. Bunlar da yine kararlılık ve kararsızlıklarına göre benzer bir elemeden geçiyorlar ve böylece kararlı ve karmaşık yapılı moleküller yavaş yavaş oluşuyor ve ortamda çoğalıyorlar. Yani glisin ve diğer amino asitler, çeşitli yağ asitleri, çeşitli kompleks organik kimyasallar onları oluşturan atomların bir anda tesadüfen bir araya gelmesiyle oluşmuş değiller, kimyasal evrim sürecinden geçerek oluşmuşlardır. Yani doğal seçilim denilen ortama uyumlu olarak varlığını devam ettirebilenin doğada kalarak çoğalması yoluyla. Ve bugün de evrim sürecini inceleyen ve dünyanın ilk ortamlarının taklit edildiği deneylerde laboratuar ortamında bu moleküllerin kendiliklerinden süreç içerisinde oluşabildikleri gözlemlenebiliyor.

Kimyasal evrimle ilgili ayrıntılı bir anlatım için şuraya bakılabilir
http://www.evrimagaci.org/makale/34

Sopayla evcilleştirilmiş insan
İnsan evrimsel süreç içerisinde diğer türlerden beynini kullanma kapasitesi bakımından üstünleşerek ayrılmıştır. Bu kapasite sayesinde tuzak kurup avlanmış, tarımsal yöntemleri keşfetmiş ve hayvan sürülerini de evcilleştirebilmiştir. Hayvan sürülerinin evcilleştirilmesinin aslında bugünkü sömürü düzeninin ilk adımı olduğunu söyleyebiliriz. Yaşamak için barınak ve yem sağlanan hayvanların etinden sütünden yününden yumurtasından yavrusundan faydalanmaya başlanılmıştı. Hayvan sürülerini ilk evcilleştiren insan grupları elde ettikleri zenginlikle diğer insan gruplarına karşı büyük bir üstünlük elde etmiş olmalıydılar. Böylece kısa sürede diğer insan gruplarına ait bölgeleri de ele geçirip oralara da yayıldılar ve evcil hayvan sürülerine sahip insanlar dünya üzerinde hızla çoğalmaya başladı. İnsanların sayı olarak çoğalması ve hayvanların evcilleştirilmesi sürecinden gelen tecrübe yeni bir ihtimali doğurdu. İnsan topluluklarının evcilleştirilerek sürüler haline getirilmesi. Çünkü evcilleştirilerek disipline edilecek insanlar egemenleri için daha verimli hale gelecek ve egemenler rakip egemenlere karşı büyük bir üstünlük elde edecekti. Benim düşüncem dinin tam da bu zamanda icat edildiğidir. Hayvanların davranışlarına verilen ödül ve cezaların hayvanları evcilleştirmede işe yaradığını gören insanlar diğer insanları da evcilleştirmek için benzen bir yöntem izlediler. İnsan topluluklarını evcilleştirmek için uyulması gereken kuralları din adı altında insanlara verdiler. Kurallara uymayanlar toplum tarafından cezalandırılıyor uyanlar ise ödüllendiriliyordu. Sonraları ise ölümden sonra hayat kavramı da keşfedilecek ve kurallara uymanın büyük ödül ve cezaları öbür dünyaya bırakılacak ve daha kati bir evcilleştirme ve egemenler için kaynak tasarrufu sağlanacaktı.