omelas’ı bırakıp gidenler - ursula le guin (1973)
Kırlangıçları havalandıran çan sesleriyle, deniz kıyısında yükselen
ışıltılı Omelas şehrine Yaz Şenliği gelmişti. Limandaki gemilerin armalarında
bayraklar dalgalanıyordu. Kırmızı çatılı ve duvarları boyalı evlerin ara
sokaklarından, yosun tutmuş eski
bahçelerin içerisinden ve caddelerde ağaçların altından, büyük parklardan ve
kamu binalarından geçerek geçit alayı ilerliyordu. Bazıları oldukça şıktı: boz ve leylaki renklerde uzun urbalarıyla
yaşlı insanlar, vakur zanaatkârlar, bebekleri kucaklarında yürürken gevezelik
eden mutlu kadınlar. Bazı sokaklarda müzik daha hızlıydı. Tefin ve gongun kıpır
kıpır vuruşları insanları dans ettiriyordu, bir dans geçidiydi. Çocuklar
etrafta koşuşuyor, onların çığırışları kırlangıçlar gibi yükselip müziğin ve
şarkı söyleyenlerin üzerinde uçuşuyordu. Bütün geçit alayları şehrin kuzey
yakasına, güneşli havanın altında çıplak, ayakları çamurlu, uzun ve kolları
esnek kızların ve oğlanların, yarış öncesi sabırsızlanan atlarıyla
çalıştıkları, Yeşil Alanlar da denilen büyük sulak çayırların olduğu yere
yöneldi. Atlar gemsiz bir dizgin dışında koşumsuzdu. Yeleleri gümüş, altın ve
yeşil renkli iplerle örülmüştü. Atlar burunlarından soluyor, yaylanarak yürüyor
ve birbirlerine böbürleniyorlardı. Atlar çok heyecanlılardı, onlar bizim
törenlerimize kendi törenleriymiş gibi uyum sağlamış tek hayvan türüdür.
Uzaklarda, kuzeyde ve batıda, dağlar Omelas körfezini yarım çember içine alacak
şekilde yükseliyordu. Sabahın havası öyle temizdi ki, Uludağların tepesindeki
kar, aydınlık havada ve koyu mavi gökyüzünün altında kilometrelerce öteden
beyaz-altın renklerde ışıyordu.Yarış yolunu işaretleyen flamaları
dalgalandıracak kadar rüzgar vardı. Yeşil, geniş çayırların sessizliği, şehrin sokaklarından süzülüp gelen müziği duyuruyor, hoş tatlı havada çanların zaman
zaman titreyen, birleşen ve patlayan o coşkulu çınlamaları gitgide yaklaşarak
geliyordu.
Coşkulular! Coşku nasıl anlatılabilir? Omelas’ın yurttaşları nasıl
anlatılabilir?
Mutlu olsalar da, görüyorsunuz, basit insanlar değillerdi. Bizse
neşe sözcüklerini pek telaffuz etmiyoruz artık. Bütün gülümsemeler suratlara
yontulmuş. Böyle bir betimleme bazı varsayımlar yapmaya iter bizi. Böyle bir
betimleme duyunca, soylu şövalyelerince çevrilmiş, azametli atı, yada iriyarı
kölelerinin taşıdığı altın tahtı üzerinde bir kral aramaya koyuluruz. Fakat bir
kral yoktu. Kılıç kullanmazlardı ve köleleri de yoktu, barbar da değillerdi.
Toplumlarının kurallarını ve yasalarını bilmiyorum, fakat çok az olduklarını
sanıyorum. Monarşi ve kölelik olmadığı gibi borsa, reklam, sivil polis veya
bombalar olmadan da yaşıyorlardı. Yine tekrarlıyorum, bunlar basit insanlar
değillerdi. Cahil çobanlar, soylu vahşiler, saftirik ütopyacılar değillerdi.
Bizden daha az karmaşık değillerdi. Sorun şu ki, sürekli çokbilmişlerce ve
entelektüellerce de kaşınan, mutluluğu daha ziyade aptallık sayan kötü bir
huyumuz var. Yalnızca acı çekmek bilgeliktir, yalnızca kötü olan çekicidir.
Sanatçının hainliğidir bu: Kötülüğün sıradan ve acının korkunç sıkıcı
olabileceğini kabul etmemek. Bükemediğin eli öp. Sıkışırsan, tekrar et. Fakat
kederi övmek, sevinci yermektir. Şiddeti kucaklamak, diğer her şeyi
kaybetmektir. Neredeyse her şeyi kaybetmişiz biz. Artık mutlu bir insanı tarif
edemeyiz yada hiçbir şeyi coşkuyla kutlayamayız. Omelas’ın insanlarını nasıl
anlatabilirim ki size? Çocukları mutlu olsalar bile, kendileri saf ve mutlu
çocuklar değillerdi. Onlar olgun, bilgi sahibi, hayatları mahvolmamış arzulu
yetişkinlerdi. Ah tanrım. Daha iyi tarif edebilmeyi isterdim. Sizi
inandırabilmeyi isterdim. Benim sözcüklerimde, Omelas evvel zaman içinde çok
çok uzaklarda bir peri masalı şehrini çağrıştırıyor. Belki de en iyisi sizin
onu kendi hayallerinizde kurmanız, bu bazı fırsatlar da yaratacaktır, kuşkusuz
ben hepinize uyamam. Örneğin teknoloji nasıl olmalı? Omelas’ın insanları mutlu
insanlar olduklarına göre, bence sokaklarda arabalar veya havada helikopterler
yoktur. Mutluluk; gerekli olan, gerekli olmayan ama zararlı da olmayan ve
zararlı olan arasında ayırım yapılmasına dayanır. Orta kategoriye gelirsek, -şu
gerekli olmayanlar fakat zararlı da olmayanlar, konfor, lüks, bolluk gibi-,
mükemmel bir merkezi ısıtma sistemi, yeraltı trenleri, çamaşır makineleri, henüz
burada icat edilmemiş her türlü acayip makineler, uçan aydınlatma cihazları,
yakıtsız güç kaynakları, soğuk algınlığı için tedavi. Yada bunların hiçbiri
olmayabilir de, fark etmez, hayal gücünüze kalmış. Ben insanların, tepelerdeki
ve kıyılardaki kasabalardan, Şenlik öncesi son günlerde, çok hızlı küçük
trenlerle ve iki katlı tramvaylarla geldiklerini ve Omelas tren istasyonunun,
muhteşem çiftçiler pazarından daha sade olmasına rağmen, aslında şehirdeki en
güzel bina olduğunu hayal etme eğilimindeyim. Fakat trenleri de olsa, korkarım,
Omelas bazılarınız için ancak idare eder durumda hala. Kahkahalar, çanlar,
geçit alayları, atlar, eh. Bunlara bir de seks partilerini ekleyin bari. Eğer
bir seks partisi yardımcı olacaksa çekinmeyin. Güzel, çıplak, yarı kendinden
geçmiş kadın ve erkek sunuların, bir kadınla veya bir erkekle, sevgiliyle veya
bir yabancıyla, her kimle kanı kaynarsa bir olacağı tapınaklar- Bu benim ilk
aklıma gelen olsa da, Omelas’da bir tapınak olmaması, ya da en azından insansız
tapınaklar olmaması daha iyi olur. Dine evet, ama din adamlığına hayır. Elbette
güzel çıplaklar açlık duyanların iştahına ve tenin coşkusuna kendilerini kutsal
sufleler gibi sunabilirler. Bunlar da katılsın geçit alaylarına. Tefler,
çiftleşenlerin üzerinde çalsın ve arzunun zaferi ilan edilsin gonklarla, ve
(değil önemsiz bir nokta) bu haz dolu ayinlerin meyvelerini herkes sevsin,
korusun. Bildiğim bir şey de Omelas’da hiç suçluluk olmadığıdır. Fakat daha
başka ne olmalı? Başlangıçta uyuşturucular olmamalı diye düşündüm ama tutuculuk
bu. Sevenleri için, kalıcı etkili kafası güzel drooz şehrin sokaklarına
sıkılabilir. Drooz başlangıçta akla ve bedene büyük bir ışık ve görkem getirir
ve birkaç saat sonra gelen hülyalı rehavet, evrenin en gizli saklı sırlarıyla
dolu harika görüntülerle birlikte cinsel hazzı uyarır. Daha mütevazi tatlar
için bence bira uygun olur. Başka ne olabilir bu haz şehrinde başka ne
olabilir. Zafer duygusu tabi ki, cesaretin kutlanışı. Madem din adamları
olmadan da olabiliyor, askerler de olmasın o zaman. Başarıya ulaşmış bir
katliam için duyulan coşku doğru bir coşku biçimi değil. Bu korkaklık, ve boş.
Başka bir düşmana karşı değil fakat tüm her yerdeki insanların ruhlarındaki en
güzel ve en haklı isteklerin toprağa gelen yazla bütünleşmesinin asil zaferinden
duyulan sınırsız ve cömert bir mutluluk. Bu Omelas’ın insanlarının yüreklerinin
kabardığı şeydir ve kutladıkları zafer yaşamın kendisidir. Onların birçoğunun
drooz kullanmaya ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum.
Geçit alayları büyük çoğunlukla Yeşil Alanlara ulaşmıştı. Yiyecek
satıcılarının kırmızı ve mavi çadırlarından harika kokular yükseliyor.
Çocukların yüzleri inanılmaz sevimli, bir adamın kırlaşmış sakalının kenarında
ise pasta kırıntıları var. Genç erkekler ve kızlar atlara binmişler ve başlama çizgisinin
önünde toplanmaya başlıyorlar. Yaşlı, kısa boylu, şişman ve güleç bir kadın bir
sepetten çiçek dağıtıyor ve çiçekleri uzun boylu genç adamların ışıldayan
saçlarında. Dokuz yada on yaşında bir çocuk kalabalığın kenarında oturmuş,
yalnız başına, tahta flütünü çalıyor,
insanlar dinlemek için duraksıyor ve gülümsüyorlar fakat onunla
konuşmuyorlardı, Çünkü o çalmayı kesmez ve onları görmez. Kara gözleri seslerin
ince büyüsüyle tamamen kendinden geçmiş.
Bitiriyor, ve tahta flütü tutan elleri yavaşça aşağı iniyor.
O özel kısa sessizlik bir işaretmişçesine, başlama çizgisinin
yanındaki eğlence çadırından bir boru sesi yükseliyor. Emredici, melankolik,
içe işleyen. Atlar ince bacakları üzerinde şaha kalkıyor ve bazıları kişneyerek
cevap veriyor. Aydınlık yüzlü, genç
biniciler atlarının boyunlarını okşayıp onları sakinleştiriyorlar. Atlarına
“sakin ol, sakin ol güzelim, umudum…”diye fısıldıyorlar. Koşu parkurunca uzanan
kalabalıklar rüzgârda sallanan bir çimen ve çiçek tarlasına benziyor. Yaz
Şenliği başlamıştı.
Bu şeye inanıyor musunuz? Şenliği, şehri, coşkuyu kabul ediyor
musunuz? Hayır mı? O halde size bir şeyi daha anlatmama izin verin.
Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrum katında, yada şu
ferah evlerinden birinin mahzeninde bir oda var. Kilitli bir kapısı var ve hiç
penceresi yok. Mahzenin bir yerindeki örümcek ağı kaplanmış bir pencereden
tozlu az bir ışık, tahtaların arasındaki çatlaktan içeri sızıyor. Odanın bir
köşesinde paslı bir kovanın yanında, uzun saplı, pislikten katılaşmış, berbat
kokulu bir çift paspas duruyor. Yerler pislik içinde, dokununca bir ıslaklık
geliyor ele, mahzen pisliği genelde böyle olur zaten. Oda yaklaşık üç adım
boyunda ve iki adım genişliğinde: eski bir elbise dolabı yada bir eski eşya
deposu. Odada bir çocuk oturuyor. Bir oğlan çocuğu da olabilir kız çocuğu da.
Altı yaşında görünüyor fakat aslında on yaşında. Bir geri zekalı gibi
görünüyor. Belki sakat doğmuştur, belki de korku, yetersiz beslenme ve ihmal
yüzünden sonradan böyle olmuştur. Kovanın ve iki paspasın en uzağında bir
köşede kamburu çıkmış otururken, burnunu kaşıyor ve sıklıkla ayak parmaklarını
yada üreme organını yokluyor. Paspaslardan korkuyor. Onları korkutucu buluyor.
Gözlerini kapıyor fakat paspasların yine de orada olduğunu biliyor. Kapı
kilitli ve kimse de gelmeyecek. Kapı her zaman kilitli ve hiç kimse asla
gelmez, fakat bazı zamanlar -çocuğun zaman algısı yok- kapı çarparak açılıyor
ve birisi yada birçok kişi geliyor. İçlerinden biri gelip çocuğu kalkması için
tekmeliyor. Diğerleri yanına yaklaşmıyor hiç. Fakat korku dolu iğrenmiş
gözlerle ona bakıyorlar. Yiyecek tası ve su çanağı aceleyle dolduruluyor, kapı
kilitleniyor ve gözler kayboluyor. Kapıya gelen insanlar asla bir şey
söylemiyor, fakat bütün ömrü eski eşya deposunda geçmemiş, gün ışığını ve
annesinin sesini hatırlıyan çocuk bazen konuşuyor. “İyi olacak” diyor. “Lütfen
bana izin verin, iyi olacağım” diyor. Asla cevap vermiyorlar. Çocuk eskiden
geceleri yardım çığlıkları atardı ve iyice ağlardı fakat artık ağlaması bir
çeşit inleme halini almış “ığğ-hıı-ığğ-hıı” ve gitgide daha az konuşuyor. Çok
cılız, bacaklarında hiç et yok, karnı kemiklerine yapışmış. Günde yarım tas
mısır bulamacıyla besleniyor. Çıplak. Kaba eti ve uylukları sürekli kendi
dışkısı üzerinde oturduğu için kapanmayan yaralarla dolu.
Hepsi, bütün Omelas halkı, onun orada olduğunu biliyor. Bazıları onu
görmeye geliyor, bazılarıysa yalnızca onun orada olduğunu biliyor. Hepsi onun
orada olması gerektiğini biliyor. Bazıları niye olduğunu anlıyor bazılarıysa
anlamıyor, fakat hepsi biliyor ki onların mutluluğu, şehirlerinin güzelliği,
arkadaşlıklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, âlimlerinin bilgisi,
zanaatkârlarının ustalığı, hatta havaların güzel oluşu ve hasatlarının
bereketi, tamamen, o çocuğun tiksinç sefaletine bağlı.
Bu durum genellikle çocuklar sekiz ile on iki yaşları arasındayken,
bunu anlayabilecekleri düşünülürken, onlara açıklanır. Çocuğu görmeye gelenler
çoğunlukla genç insanlardır. Ama sık sık bir yetişkinin de çocuğu görmeye yada
bir kez daha görmeye geldiği olur. Bu durum onlara ne kadar iyi açıklanmış olsa
da, bu genç izleyiciler gördükleri karşısında sarsılırlar ve gördükleriyle
hasta olurlar. Aşmış olduklarını sandıkları iğrenme duygusuna kapılırlar. Bütün
açıklamalara rağmen duruma kızarlar, öfkelenirler ve acizlik hissederler. Çocuk
için bir şey yapmak isterler, fakat yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Eğer
çocuk o aşağılık yerin dışarısına, gün ışığına çıkarılırsa, eğer temizlenir
beslenir ve rahat ettirilirse, bu iyi bir şey olacaktır. Fakat eğer bu
yapılırsa o gün o saat Omelas’ın bütün zenginlikleri, güzelliği ve hazzı yok
olup gidecektir. Kurallar bunlar. Omelas’taki herbir yaşamın iyiliğini ve
güzelliğini, bir tek küçük gelişme için değişmek: bir tekinin mutluluk şansı
için binlercesinin mutluğunu yok etmek: bu suçluluk duygusunu içeri almak
olacaktır aslında.
Kurallar kesin ve katı, çocuğa bir tek güzel söz bile söylenemez.
Genç insanlar çocuğu gördüklerinde ve bu korkunç paradoksla
yüzleştiklerinde evlerine göz yaşları içinde yada kuru bir galeyanla koşarlar.
Bunun üzerine haftalarca veya yıllarca düşünürler. Fakat zaman geçtikçe
anlamaya başlarlar ki, çocuk özgürlüğüne kavuşturulsa bile, bundan pek bir şey
anlamayacaktır. Sıcak olmanın ve beslenmenin hafif bir hoşluğu, ama daha
fazlası değil. Gerçek coşkunun ne olduğunu bilemeyecek kadar aşağılanmış ve
embesilleşmiştir. Korkularından kurtulamayacak kadar uzun süre korkmuştur.
Davranışları insanlara uyum sağlayamayacak kadar kaba sabadır. Açıkçası bunca
zamandan sonra onu koruyan duvarlar, gözleri için karanlık ve üzerinde
oturacağı kendi pisliği olmaksızın muhtemelen o yok olacaktır. Gerçeğin korkunç
adaletini anlamaya başlayıp durumu kabullendikleri zaman adaletsizliğin acısına
döktükleri gözyaşları diner. Yine de onların gözyaşları ve öfkeleri, cömert
olmaya çalışmaları ve de çaresizliklerinin kabulüdür belki de hayatlarındaki
görkemin gerçek kaynağı. Onlarınki sorumsuz ve boş bir mutluluk değildir.
Çocuğun olmadığı gibi kendilerinin de özgür olmadığını bilirler, acımayı
bilirler. Mimarilerini seçkin, müziklerini dokunaklı ve bilimlerini üstün
kılan, çocuğun varlığı ve onun varlığından haberdar olmaktır. O çocuk sayesinde
diğer çocuklara böylesine duyarlı davranırlar. Bilirler ki, eğer o biçare orada
karanlıkta ağlayıp sızlamazsa, diğer çocuk, o flüt çalıcısı, genç at binicileri
yaz sabahının ilk ışıklarında yarış için tüm güzellikleriyle hazır
olduklarında, o neşeli müziklerini yapamaz.
Onlara şimdi inandınız mı? Daha inanılır değiller mi? Fakat
anlatacağım bir şey daha var ki, bu biraz inanılmaz.
Çocuğu görmeye giden bazı genç kızlar veya erkekler ağlamak veya
çileden çıkmak için evlerine dönmez, esasında evlerine hiç dönmezler. Bazen
daha yaşlı adamlar ve kadınlar da bir iki gün sessiz kalıp evlerini terk
ederler. Bu insanlar sokağa çıkar ve sokak boyunca yalnız başlarına yürürler.
Yürümeyi sürdürürler ve Omelas’ın güzel kapılarından geçip şehirden doğruca
çıkarlar. Omelas’ın tarlaları boyunca yürürler. Her biri yalnız başına yürür,
oğlan yada kız, erkek yada kadın. Gece çöker, yolcular köy yolları boyunca,
sarı ışıklı pencereleri olan evlerin arasından ve tarlaların karanlığı içinden
geçip giderler. Her biri yalnız başına, batıya veya kuzeye, dağlara doğru
giderler. Devam eder, Omelas’ı terk ederler. Karanlığa doğru yürür, bir daha
geri gelmezler. Gittikleri yer mutluluk şehrinden daha zor hayal edilebilir bir
yerdir çoğumuz için. Tarif edemem. Var olmama ihtimali de var. Ama nereye
gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler.
çalar saatler
Yıldız
patlamaları, çalar saatler. Vakti geldiğinde uyanışlar. 20 ışık yılı uzaklıkta
bir yıldız 19 yıl önce ömrünün sonuna gelip muazzam bir enerji boşalmasıyla
patladıysa, o patlama esnasında saçılan enerjiler 1 yıl içinde dünyaya ulaşacak
demektir. Sadece bir yıldız patlamasıyla
oluşabilecek bir enerji, özel bir frekans. Bu özel enerji, dna sarmalımızdaki
uyur haldeki bazı kısımları uyandırıyor olabilir mi? Bu dna kısımları o yıldız
patlamasını bekliyor olabilir mi? Yeni bir buzul çağı varsa kaderimizde,
uyanacak o dna kodlarına, genlere, ihtiyacımız olacak belki. Buzul çağının,
yıldız patlamalarının ve dna’mız ortak bir zamanlaması olabilir mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder