Uygarlıkların çoğu korkaklık üzerine kuruludur. Korkaklığı öğreterek uygarlaştırmak gayet kolaydır. Cesareti gösteren standartları sulandırırsınız, iradeyi sınırlarsınız, iştahları kurala sokarsınız. Ufukları parmaklıkla çevirirsiniz. Her hareket için bir yasa çıkarırsınız. Kaosun varlığını yadsırsınız. Çocuklara bile yavaş soluk almayı öğretirsiniz. Evcilleştirirsiniz. -dune serisi- f.herbert
17 Aralık 2011 Cumartesi
9 Kasım 2011 Çarşamba
22 Ekim 2011 Cumartesi
Sirenlere varacaksın sen en önce,
onlar büyüler yakınlarına gelen bütün insanları,
kim yaklaşırsa bilmeden ve dinlerse onları, yandı,
bir daha evinde onu ne karısı karşılar, ne çocukları.
Sirenler onu çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler,
çayırın çevresinde kemikler vardır, öbek öbek,
bunlar kemikleridir etleri çürüyen insanların,
büzük büzük durur kemiklerin üstünde deriler.
Durma orada yürü, arkadaşlarının da tıka kulaklarını,
tatlı balmumuyla tıka ki, onların sesini dinlemesinler,
istersen dinle sen, ama bağlasınlar ayakta seni,
hızlı geminin içinde iplerle bağlasınlar
kollarından bacaklarından orta direğe,
ondan sonra dinle Sirenleri doya doya.
Ama dostlarına yalvarır da, dersen ki ne olur iplerimi çözün,
bağlasınlar onlar senin bağlarını bir kat daha sıkı. -odysseia-homeros
17 Ekim 2011 Pazartesi
passerine. zin
omelas’ı bırakıp gidenler - ursula le guin (1973)
Kırlangıçları havalandıran çan sesleriyle, deniz kıyısında yükselen
ışıltılı Omelas şehrine Yaz Şenliği gelmişti. Limandaki gemilerin armalarında
bayraklar dalgalanıyordu. Kırmızı çatılı ve duvarları boyalı evlerin ara
sokaklarından, yosun tutmuş eski
bahçelerin içerisinden ve caddelerde ağaçların altından, büyük parklardan ve
kamu binalarından geçerek geçit alayı ilerliyordu. Bazıları oldukça şıktı: boz ve leylaki renklerde uzun urbalarıyla
yaşlı insanlar, vakur zanaatkârlar, bebekleri kucaklarında yürürken gevezelik
eden mutlu kadınlar. Bazı sokaklarda müzik daha hızlıydı. Tefin ve gongun kıpır
kıpır vuruşları insanları dans ettiriyordu, bir dans geçidiydi. Çocuklar
etrafta koşuşuyor, onların çığırışları kırlangıçlar gibi yükselip müziğin ve
şarkı söyleyenlerin üzerinde uçuşuyordu. Bütün geçit alayları şehrin kuzey
yakasına, güneşli havanın altında çıplak, ayakları çamurlu, uzun ve kolları
esnek kızların ve oğlanların, yarış öncesi sabırsızlanan atlarıyla
çalıştıkları, Yeşil Alanlar da denilen büyük sulak çayırların olduğu yere
yöneldi. Atlar gemsiz bir dizgin dışında koşumsuzdu. Yeleleri gümüş, altın ve
yeşil renkli iplerle örülmüştü. Atlar burunlarından soluyor, yaylanarak yürüyor
ve birbirlerine böbürleniyorlardı. Atlar çok heyecanlılardı, onlar bizim
törenlerimize kendi törenleriymiş gibi uyum sağlamış tek hayvan türüdür.
Uzaklarda, kuzeyde ve batıda, dağlar Omelas körfezini yarım çember içine alacak
şekilde yükseliyordu. Sabahın havası öyle temizdi ki, Uludağların tepesindeki
kar, aydınlık havada ve koyu mavi gökyüzünün altında kilometrelerce öteden
beyaz-altın renklerde ışıyordu.Yarış yolunu işaretleyen flamaları
dalgalandıracak kadar rüzgar vardı. Yeşil, geniş çayırların sessizliği, şehrin sokaklarından süzülüp gelen müziği duyuruyor, hoş tatlı havada çanların zaman
zaman titreyen, birleşen ve patlayan o coşkulu çınlamaları gitgide yaklaşarak
geliyordu.
Coşkulular! Coşku nasıl anlatılabilir? Omelas’ın yurttaşları nasıl
anlatılabilir?
Mutlu olsalar da, görüyorsunuz, basit insanlar değillerdi. Bizse
neşe sözcüklerini pek telaffuz etmiyoruz artık. Bütün gülümsemeler suratlara
yontulmuş. Böyle bir betimleme bazı varsayımlar yapmaya iter bizi. Böyle bir
betimleme duyunca, soylu şövalyelerince çevrilmiş, azametli atı, yada iriyarı
kölelerinin taşıdığı altın tahtı üzerinde bir kral aramaya koyuluruz. Fakat bir
kral yoktu. Kılıç kullanmazlardı ve köleleri de yoktu, barbar da değillerdi.
Toplumlarının kurallarını ve yasalarını bilmiyorum, fakat çok az olduklarını
sanıyorum. Monarşi ve kölelik olmadığı gibi borsa, reklam, sivil polis veya
bombalar olmadan da yaşıyorlardı. Yine tekrarlıyorum, bunlar basit insanlar
değillerdi. Cahil çobanlar, soylu vahşiler, saftirik ütopyacılar değillerdi.
Bizden daha az karmaşık değillerdi. Sorun şu ki, sürekli çokbilmişlerce ve
entelektüellerce de kaşınan, mutluluğu daha ziyade aptallık sayan kötü bir
huyumuz var. Yalnızca acı çekmek bilgeliktir, yalnızca kötü olan çekicidir.
Sanatçının hainliğidir bu: Kötülüğün sıradan ve acının korkunç sıkıcı
olabileceğini kabul etmemek. Bükemediğin eli öp. Sıkışırsan, tekrar et. Fakat
kederi övmek, sevinci yermektir. Şiddeti kucaklamak, diğer her şeyi
kaybetmektir. Neredeyse her şeyi kaybetmişiz biz. Artık mutlu bir insanı tarif
edemeyiz yada hiçbir şeyi coşkuyla kutlayamayız. Omelas’ın insanlarını nasıl
anlatabilirim ki size? Çocukları mutlu olsalar bile, kendileri saf ve mutlu
çocuklar değillerdi. Onlar olgun, bilgi sahibi, hayatları mahvolmamış arzulu
yetişkinlerdi. Ah tanrım. Daha iyi tarif edebilmeyi isterdim. Sizi
inandırabilmeyi isterdim. Benim sözcüklerimde, Omelas evvel zaman içinde çok
çok uzaklarda bir peri masalı şehrini çağrıştırıyor. Belki de en iyisi sizin
onu kendi hayallerinizde kurmanız, bu bazı fırsatlar da yaratacaktır, kuşkusuz
ben hepinize uyamam. Örneğin teknoloji nasıl olmalı? Omelas’ın insanları mutlu
insanlar olduklarına göre, bence sokaklarda arabalar veya havada helikopterler
yoktur. Mutluluk; gerekli olan, gerekli olmayan ama zararlı da olmayan ve
zararlı olan arasında ayırım yapılmasına dayanır. Orta kategoriye gelirsek, -şu
gerekli olmayanlar fakat zararlı da olmayanlar, konfor, lüks, bolluk gibi-,
mükemmel bir merkezi ısıtma sistemi, yeraltı trenleri, çamaşır makineleri, henüz
burada icat edilmemiş her türlü acayip makineler, uçan aydınlatma cihazları,
yakıtsız güç kaynakları, soğuk algınlığı için tedavi. Yada bunların hiçbiri
olmayabilir de, fark etmez, hayal gücünüze kalmış. Ben insanların, tepelerdeki
ve kıyılardaki kasabalardan, Şenlik öncesi son günlerde, çok hızlı küçük
trenlerle ve iki katlı tramvaylarla geldiklerini ve Omelas tren istasyonunun,
muhteşem çiftçiler pazarından daha sade olmasına rağmen, aslında şehirdeki en
güzel bina olduğunu hayal etme eğilimindeyim. Fakat trenleri de olsa, korkarım,
Omelas bazılarınız için ancak idare eder durumda hala. Kahkahalar, çanlar,
geçit alayları, atlar, eh. Bunlara bir de seks partilerini ekleyin bari. Eğer
bir seks partisi yardımcı olacaksa çekinmeyin. Güzel, çıplak, yarı kendinden
geçmiş kadın ve erkek sunuların, bir kadınla veya bir erkekle, sevgiliyle veya
bir yabancıyla, her kimle kanı kaynarsa bir olacağı tapınaklar- Bu benim ilk
aklıma gelen olsa da, Omelas’da bir tapınak olmaması, ya da en azından insansız
tapınaklar olmaması daha iyi olur. Dine evet, ama din adamlığına hayır. Elbette
güzel çıplaklar açlık duyanların iştahına ve tenin coşkusuna kendilerini kutsal
sufleler gibi sunabilirler. Bunlar da katılsın geçit alaylarına. Tefler,
çiftleşenlerin üzerinde çalsın ve arzunun zaferi ilan edilsin gonklarla, ve
(değil önemsiz bir nokta) bu haz dolu ayinlerin meyvelerini herkes sevsin,
korusun. Bildiğim bir şey de Omelas’da hiç suçluluk olmadığıdır. Fakat daha
başka ne olmalı? Başlangıçta uyuşturucular olmamalı diye düşündüm ama tutuculuk
bu. Sevenleri için, kalıcı etkili kafası güzel drooz şehrin sokaklarına
sıkılabilir. Drooz başlangıçta akla ve bedene büyük bir ışık ve görkem getirir
ve birkaç saat sonra gelen hülyalı rehavet, evrenin en gizli saklı sırlarıyla
dolu harika görüntülerle birlikte cinsel hazzı uyarır. Daha mütevazi tatlar
için bence bira uygun olur. Başka ne olabilir bu haz şehrinde başka ne
olabilir. Zafer duygusu tabi ki, cesaretin kutlanışı. Madem din adamları
olmadan da olabiliyor, askerler de olmasın o zaman. Başarıya ulaşmış bir
katliam için duyulan coşku doğru bir coşku biçimi değil. Bu korkaklık, ve boş.
Başka bir düşmana karşı değil fakat tüm her yerdeki insanların ruhlarındaki en
güzel ve en haklı isteklerin toprağa gelen yazla bütünleşmesinin asil zaferinden
duyulan sınırsız ve cömert bir mutluluk. Bu Omelas’ın insanlarının yüreklerinin
kabardığı şeydir ve kutladıkları zafer yaşamın kendisidir. Onların birçoğunun
drooz kullanmaya ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum.
Geçit alayları büyük çoğunlukla Yeşil Alanlara ulaşmıştı. Yiyecek
satıcılarının kırmızı ve mavi çadırlarından harika kokular yükseliyor.
Çocukların yüzleri inanılmaz sevimli, bir adamın kırlaşmış sakalının kenarında
ise pasta kırıntıları var. Genç erkekler ve kızlar atlara binmişler ve başlama çizgisinin
önünde toplanmaya başlıyorlar. Yaşlı, kısa boylu, şişman ve güleç bir kadın bir
sepetten çiçek dağıtıyor ve çiçekleri uzun boylu genç adamların ışıldayan
saçlarında. Dokuz yada on yaşında bir çocuk kalabalığın kenarında oturmuş,
yalnız başına, tahta flütünü çalıyor,
insanlar dinlemek için duraksıyor ve gülümsüyorlar fakat onunla
konuşmuyorlardı, Çünkü o çalmayı kesmez ve onları görmez. Kara gözleri seslerin
ince büyüsüyle tamamen kendinden geçmiş.
Bitiriyor, ve tahta flütü tutan elleri yavaşça aşağı iniyor.
O özel kısa sessizlik bir işaretmişçesine, başlama çizgisinin
yanındaki eğlence çadırından bir boru sesi yükseliyor. Emredici, melankolik,
içe işleyen. Atlar ince bacakları üzerinde şaha kalkıyor ve bazıları kişneyerek
cevap veriyor. Aydınlık yüzlü, genç
biniciler atlarının boyunlarını okşayıp onları sakinleştiriyorlar. Atlarına
“sakin ol, sakin ol güzelim, umudum…”diye fısıldıyorlar. Koşu parkurunca uzanan
kalabalıklar rüzgârda sallanan bir çimen ve çiçek tarlasına benziyor. Yaz
Şenliği başlamıştı.
Bu şeye inanıyor musunuz? Şenliği, şehri, coşkuyu kabul ediyor
musunuz? Hayır mı? O halde size bir şeyi daha anlatmama izin verin.
Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrum katında, yada şu
ferah evlerinden birinin mahzeninde bir oda var. Kilitli bir kapısı var ve hiç
penceresi yok. Mahzenin bir yerindeki örümcek ağı kaplanmış bir pencereden
tozlu az bir ışık, tahtaların arasındaki çatlaktan içeri sızıyor. Odanın bir
köşesinde paslı bir kovanın yanında, uzun saplı, pislikten katılaşmış, berbat
kokulu bir çift paspas duruyor. Yerler pislik içinde, dokununca bir ıslaklık
geliyor ele, mahzen pisliği genelde böyle olur zaten. Oda yaklaşık üç adım
boyunda ve iki adım genişliğinde: eski bir elbise dolabı yada bir eski eşya
deposu. Odada bir çocuk oturuyor. Bir oğlan çocuğu da olabilir kız çocuğu da.
Altı yaşında görünüyor fakat aslında on yaşında. Bir geri zekalı gibi
görünüyor. Belki sakat doğmuştur, belki de korku, yetersiz beslenme ve ihmal
yüzünden sonradan böyle olmuştur. Kovanın ve iki paspasın en uzağında bir
köşede kamburu çıkmış otururken, burnunu kaşıyor ve sıklıkla ayak parmaklarını
yada üreme organını yokluyor. Paspaslardan korkuyor. Onları korkutucu buluyor.
Gözlerini kapıyor fakat paspasların yine de orada olduğunu biliyor. Kapı
kilitli ve kimse de gelmeyecek. Kapı her zaman kilitli ve hiç kimse asla
gelmez, fakat bazı zamanlar -çocuğun zaman algısı yok- kapı çarparak açılıyor
ve birisi yada birçok kişi geliyor. İçlerinden biri gelip çocuğu kalkması için
tekmeliyor. Diğerleri yanına yaklaşmıyor hiç. Fakat korku dolu iğrenmiş
gözlerle ona bakıyorlar. Yiyecek tası ve su çanağı aceleyle dolduruluyor, kapı
kilitleniyor ve gözler kayboluyor. Kapıya gelen insanlar asla bir şey
söylemiyor, fakat bütün ömrü eski eşya deposunda geçmemiş, gün ışığını ve
annesinin sesini hatırlıyan çocuk bazen konuşuyor. “İyi olacak” diyor. “Lütfen
bana izin verin, iyi olacağım” diyor. Asla cevap vermiyorlar. Çocuk eskiden
geceleri yardım çığlıkları atardı ve iyice ağlardı fakat artık ağlaması bir
çeşit inleme halini almış “ığğ-hıı-ığğ-hıı” ve gitgide daha az konuşuyor. Çok
cılız, bacaklarında hiç et yok, karnı kemiklerine yapışmış. Günde yarım tas
mısır bulamacıyla besleniyor. Çıplak. Kaba eti ve uylukları sürekli kendi
dışkısı üzerinde oturduğu için kapanmayan yaralarla dolu.
Hepsi, bütün Omelas halkı, onun orada olduğunu biliyor. Bazıları onu
görmeye geliyor, bazılarıysa yalnızca onun orada olduğunu biliyor. Hepsi onun
orada olması gerektiğini biliyor. Bazıları niye olduğunu anlıyor bazılarıysa
anlamıyor, fakat hepsi biliyor ki onların mutluluğu, şehirlerinin güzelliği,
arkadaşlıklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, âlimlerinin bilgisi,
zanaatkârlarının ustalığı, hatta havaların güzel oluşu ve hasatlarının
bereketi, tamamen, o çocuğun tiksinç sefaletine bağlı.
Bu durum genellikle çocuklar sekiz ile on iki yaşları arasındayken,
bunu anlayabilecekleri düşünülürken, onlara açıklanır. Çocuğu görmeye gelenler
çoğunlukla genç insanlardır. Ama sık sık bir yetişkinin de çocuğu görmeye yada
bir kez daha görmeye geldiği olur. Bu durum onlara ne kadar iyi açıklanmış olsa
da, bu genç izleyiciler gördükleri karşısında sarsılırlar ve gördükleriyle
hasta olurlar. Aşmış olduklarını sandıkları iğrenme duygusuna kapılırlar. Bütün
açıklamalara rağmen duruma kızarlar, öfkelenirler ve acizlik hissederler. Çocuk
için bir şey yapmak isterler, fakat yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Eğer
çocuk o aşağılık yerin dışarısına, gün ışığına çıkarılırsa, eğer temizlenir
beslenir ve rahat ettirilirse, bu iyi bir şey olacaktır. Fakat eğer bu
yapılırsa o gün o saat Omelas’ın bütün zenginlikleri, güzelliği ve hazzı yok
olup gidecektir. Kurallar bunlar. Omelas’taki herbir yaşamın iyiliğini ve
güzelliğini, bir tek küçük gelişme için değişmek: bir tekinin mutluluk şansı
için binlercesinin mutluğunu yok etmek: bu suçluluk duygusunu içeri almak
olacaktır aslında.
Kurallar kesin ve katı, çocuğa bir tek güzel söz bile söylenemez.
Genç insanlar çocuğu gördüklerinde ve bu korkunç paradoksla
yüzleştiklerinde evlerine göz yaşları içinde yada kuru bir galeyanla koşarlar.
Bunun üzerine haftalarca veya yıllarca düşünürler. Fakat zaman geçtikçe
anlamaya başlarlar ki, çocuk özgürlüğüne kavuşturulsa bile, bundan pek bir şey
anlamayacaktır. Sıcak olmanın ve beslenmenin hafif bir hoşluğu, ama daha
fazlası değil. Gerçek coşkunun ne olduğunu bilemeyecek kadar aşağılanmış ve
embesilleşmiştir. Korkularından kurtulamayacak kadar uzun süre korkmuştur.
Davranışları insanlara uyum sağlayamayacak kadar kaba sabadır. Açıkçası bunca
zamandan sonra onu koruyan duvarlar, gözleri için karanlık ve üzerinde
oturacağı kendi pisliği olmaksızın muhtemelen o yok olacaktır. Gerçeğin korkunç
adaletini anlamaya başlayıp durumu kabullendikleri zaman adaletsizliğin acısına
döktükleri gözyaşları diner. Yine de onların gözyaşları ve öfkeleri, cömert
olmaya çalışmaları ve de çaresizliklerinin kabulüdür belki de hayatlarındaki
görkemin gerçek kaynağı. Onlarınki sorumsuz ve boş bir mutluluk değildir.
Çocuğun olmadığı gibi kendilerinin de özgür olmadığını bilirler, acımayı
bilirler. Mimarilerini seçkin, müziklerini dokunaklı ve bilimlerini üstün
kılan, çocuğun varlığı ve onun varlığından haberdar olmaktır. O çocuk sayesinde
diğer çocuklara böylesine duyarlı davranırlar. Bilirler ki, eğer o biçare orada
karanlıkta ağlayıp sızlamazsa, diğer çocuk, o flüt çalıcısı, genç at binicileri
yaz sabahının ilk ışıklarında yarış için tüm güzellikleriyle hazır
olduklarında, o neşeli müziklerini yapamaz.
Onlara şimdi inandınız mı? Daha inanılır değiller mi? Fakat
anlatacağım bir şey daha var ki, bu biraz inanılmaz.
Çocuğu görmeye giden bazı genç kızlar veya erkekler ağlamak veya
çileden çıkmak için evlerine dönmez, esasında evlerine hiç dönmezler. Bazen
daha yaşlı adamlar ve kadınlar da bir iki gün sessiz kalıp evlerini terk
ederler. Bu insanlar sokağa çıkar ve sokak boyunca yalnız başlarına yürürler.
Yürümeyi sürdürürler ve Omelas’ın güzel kapılarından geçip şehirden doğruca
çıkarlar. Omelas’ın tarlaları boyunca yürürler. Her biri yalnız başına yürür,
oğlan yada kız, erkek yada kadın. Gece çöker, yolcular köy yolları boyunca,
sarı ışıklı pencereleri olan evlerin arasından ve tarlaların karanlığı içinden
geçip giderler. Her biri yalnız başına, batıya veya kuzeye, dağlara doğru
giderler. Devam eder, Omelas’ı terk ederler. Karanlığa doğru yürür, bir daha
geri gelmezler. Gittikleri yer mutluluk şehrinden daha zor hayal edilebilir bir
yerdir çoğumuz için. Tarif edemem. Var olmama ihtimali de var. Ama nereye
gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler.
çalar saatler
Yıldız
patlamaları, çalar saatler. Vakti geldiğinde uyanışlar. 20 ışık yılı uzaklıkta
bir yıldız 19 yıl önce ömrünün sonuna gelip muazzam bir enerji boşalmasıyla
patladıysa, o patlama esnasında saçılan enerjiler 1 yıl içinde dünyaya ulaşacak
demektir. Sadece bir yıldız patlamasıyla
oluşabilecek bir enerji, özel bir frekans. Bu özel enerji, dna sarmalımızdaki
uyur haldeki bazı kısımları uyandırıyor olabilir mi? Bu dna kısımları o yıldız
patlamasını bekliyor olabilir mi? Yeni bir buzul çağı varsa kaderimizde,
uyanacak o dna kodlarına, genlere, ihtiyacımız olacak belki. Buzul çağının,
yıldız patlamalarının ve dna’mız ortak bir zamanlaması olabilir mi?
28 Eylül 2011 Çarşamba
5 Eylül 2011 Pazartesi
entropic hit. zin
son soru - isaac asimov (1956)
Son soru ilk defa 21 mayıs 2061’de, insanlık ışığa ilk adımını atmış olduğu zamanda, espiriyle karışık olarak sorulmuştu. Soru viski üzerine girilen beş-dolarlık bir bahisten çıkmıştı, şöyle olmuştu.
Alexander Adell ve Bertram Lupov, işlerine sadık, Multivac’ın iki teknisyeniydi. Pek çok insan gibi, o soğuk, tıkırtılı, parlak ekranın arkasında –o dev bilgisayarın milyonlarca ve milyonlarca yüzü olduğunu biliyorlardı. Herhangi bir insanın yapabileceği, yüzeysel görme noktasını çoktan geçmiş, rölelerin ve devrelerin genel planları üzerine az da olsa bir anlayışa sahip olmuşlardı.
Multivac kendisini ayarlayabiliyor ve tamir edebiliyordu. Bu böyle olmalıydı çünkü insanlar onu ne yeterince hızlı, ne de yeterince iyi tamir edebilirlerdi. Bu nedenle Adell ve Lupov, dev bilgisayarla her insanın ancak yapabileceği gibi hafiften ve yüzeysel olarak ilgilenebiliyordu. Ona bilgi beslemesi yapıyorlar, soruyu anlayacağı dilde soruyorlar ve cevabın tercümesini yapıyorlardı. Kuşkusuz onlar ve onun gibiler Multivac’ın zaferlerinden kendilerine pay çıkarırlardı.
On yıllar boyunca, Multivac, insanoğlunun Ay’a, Mars’a ve Venüs’e ulaşılabilmesi için, uzaygemilerinin tasarımında ve yol haritalarının çiziminde yardım etti. Fakat, Dünya’nın fakir kaynakları bu gemileri çalıştırmak için yeterli değildi. Uzun yolculuklar için çok fazla enerji gerekliydi. Dünya, kendi kömürünü ve uranyumunu artan verimlilikte sömürüyordu, fakat her ikisinden de sınırlı miktarda vardı.
Fakat yavaşça, Multivac daha derin sorulara daha temel yanıtlar verebilecek kadar öğrendi ve 14 mayıs 2061’de teori gerçeğe dönüştü. Güneş enerjisi depolandı, dönüştürüldü ve gezegen çapında doğrudan kullanıldı. Dünya, kömür yakmayı, uranyum fizyonunu bıraktı ve yarım ay mesafesinde dünyanın yörüngesinde dönen bir mil çapındaki küçük bir istasyona bağlandı. Bütün dünya güneşin gücüyle, görünmez ışınlarıyla işliyordu.
Bu zafer yedi günde bile coşkusundan bir şey kaybetmemişti. Adell ve Lupov sonunda kalabalıktan kaçarak, kimselerin onları bulamayacağı tenha bir yerde, görkemli Multivac’ın bazı kısımlarının sergilendiği yeraltındaki metruk odalarda buluştular. Multivac da tatildeydi, tembel tıklamalarla halinden memnun bilgi sınıflandırması yapıyordu. Çocuklar bunu takdir ediyorlardı ve bunu bozmaya hiç niyetleri yoktu.
Yanlarında bir şişe de içki getirmişlerdi ve o an için tek düşündükleri şey biraz rahatlamak ve şişenin keyfini çıkarmaktı.
“Düşünmesi çok şaşırtıcı” dedi Adell. Geniş yüzünde yorgunluk çizgileri vardı. İçkisini cam bir kamışla karıştırırken buz küplerinin etrafınca dönüşünü izliyordu. “Bütün enerjiyi muhtemelen sonsuza kadar istediğimiz gibi kullanabiliriz. Bütün dünyayı eritip kocaman, katışıklı, bir sıvı demir damlasına dönüştürsek bile, harcadığımız enerji için kaygılanmayız. Sonsuza kadar, ve sonsuza kadar, ve sonsuza kadar yetecek enerjimiz var.”
Lupov başını iki yana salladı. Bunu muhalefet etme isteği duyduğu zamanlar yapardı ve şimdi de muhalefet etmek istiyordu. Çünkü bardakları ve buz kovasını taşımak ona düşmüştü.
“Hayır sonsuza kadar değil” dedi.
“Oh, yani, neredeyse sonsuza kadar Büdü*, güneşin enerjisi bitene kadar *(Ç.N. Susam sokağı karakterlerinden Edi ile Büdü ikilisinden her şeye muhalefet, huysuz ve bilimsel Büdü’ye atıfta bulunuluyor)”
“Sonsuz değil bu.”
“Peki o zaman milyarlarca yıl boyunca. On milyar belki. Şimdi tatmin oldun mu?
Lupov, hala biraz saçı olduğunundan emin olmak istercesine, parmaklarını seyrekleşmiş saçları içinde gezdirdi ve yavaşça içkisinden yudumladı. “On milyar yıl sonsuz değildir.”
“Her neyse bize yetecek kadar var, öyle değil mi?
“Kömür ve uranyum da yeterdi.”
“Evet, ama şimdi herbir uzay gemisini önce güneş istasyonuna ve ondan sonra da yakıtı için hiç düşünmeden milyonlarca defa Pluto’ya gönderebiliriz. Bunu kömürle veya uranyumla yapamazsın. Bana inanmıyorsan Multivac’a sor bak.
“Multivac’a sormama gerek yok, bunu biliyorum.”
“O halde Multivac’ın bizim için yaptıklarını küçümsemeyi bırak artık” dedi Adell sinirlenerek. “O doğrusunu yaptı.”
“Kim yapmadı diyor ki? Benim tüm söylediğim güneşin sonsuza kadar sürmeyeceği. On milyar yıl boyunca güvendeyiz. Peki ya sonra? Lupov parmaklarını birleştirdi, “sonra da başka bir güneş buluruz deme.”
Bir süre sessizlik oldu. Adell arada sırada içkisinden yudumluyordu, Lupov’un gözleri yavaşça kapanıyordu, bir süre dinlendiler.
Sonra Lupov’un gözleri birden açıldı. “Bizim güneşimiz söndüğünde bir başkasına taşınacağımızı düşünüyorsun, öyle değil mi?”
“Hayır düşünmüyorum.”
“Eminim düşünüyorsun. Mantıken zayıfsın, senin sorunun da bu zaten. Sen o hikâyedeki sağanak yağmura yakalanan ve koruluğa koşup bir ağacın altına sığınan adama benziyorsun. Hiç endişelenmiyorsun, çünkü bir ağaç yeterince yağmur yiyince, bir başka ağacın altına geçebileceğini düşünüyorsun.
“Anladım’ dedi Adell. “Bağırma. Güneşimiz söndüğünde, diğer güneşlerin de işi bitmiş olacak.”
“Elbette” dedi Lupov. “Hepsi, artık nasıl bir şeydiyse, kozmik bir patlamayla başladı, ve tüm yıldızlar södüğünde bütün bunların da sonu gelmiş olacak. Bazıları diğerlerinden daha önce sönecek. Dev yıldızlar yüz milyon yıl kadar bile yaşamayacak. Güneş on milyar yıl yaşayacak ve cüce yıldızlar muhtemelen iki yüz milyar yıl yaşayabilecek. Fakat bir trilyon yıl sonra her yer kararmış olacak. Entropi* tepe noktasına ulaşmak zorunda, hepsi bu. (Ç.N: Entropi, düzenin ne derece olmadığını ifade eden bir terimdir.)
“Entropi hakkındaki her şeyi biliyorum” dedi Adell ciddiyetini koruyarak.
“Çok biliyorsun ya.”
“Senin kadar biliyorum.”
“O halde herşeyin bir gün biteceğini de biliyorsun.”
“Elbette, öyle olmayacağını kim söyledi.”
“Sen söyledin, seni zavallı ahmak. İhtiyacımız olan enerjiye sonsuza kadar sahibiz dedin. Sen söyledin ‘sonsuza kadar’ dedin.”
Şimdi muhalefet olma sırası Adell’deydi. “Belki günün birinde işleri düzeltiriz” dedi.
“Asla.”
“Neden olmasın? Birgün?.”
“Asla.”
“Multivac’a sor.”
“Multivac’a sen sor. Beş dolarına bahse giriyorum, bu asla olamaz.”
Adell bunu deneyebilecek kadar sarhoş, ve gerekli sembolleri tümleyerek ve gerekli işlemleri yaparak şu anlama gelen soruyu sorabilecek kadar ayıktı. “İnsanoğlu günün birinde net bir enerji harcamaksızın, yaşlılıktan ölmüş güneşini gençliğine geri döndürebilecek midir?”
Ya da daha basitçe şöyle söylenebilir: Evrenin net entropisi nasıl önemli ölçekte düşürülebilir?
Multivac ölü sessizliğine büründü. Parıldayan ışıkları yavaşça söndü ve rölelerin uzaktan gelen tıkırtıları sona erdi.
Sonra korkmuş teknisyenler nefeslerini daha fazla tutamayacaklarını düşünüyorlardı ki, Multivac’ın uzakyazarı hayata dönüşün filizini verdi. Yedi kelimelik cevap yazıldı: “ANLAMLI BİR CEVAP İÇİN YETERLİ BİLGİ YOK”
“Bahis yatar” dedi Lupov. Telaşla oradan ayrıldılar.
Sonraki sabah ağızları zehir gibiydi, kafaları zonkluyordu, olayı unutmuşlardı.
Jerrodd, Jerrodine ve Jerrodette I ve II hiper uzayda yaptıkları geçiş tamamlanana kadar viziplaka’dan yıldızlı manzarayı izlediler. Yıldız parıltıları, ekranın orta yerinde bir mermer büyüklüğünde, parlayan tek parça bir disk oluştuyordu.
“Bu X-23” dedi Jerrodd kendinden emin. İnce elleri arkadan sıkıca birbirine kenetliydi ve parmak boğumları beyazlaşmıştı.
Minik Jerrodette’ler, her iki küçük kız, hiperuzay geçişini hayatlarında ilk defa deneyimliyorlardı ve dış uzayın içinde olmanın görkeminin farkındaydılar. Gülüşmeyi bıraktılar ve annelerinin etrafında hırsla birbirlerini kovalarken “X-23’e geldik, X-23’e geldik” diye bağırıştılar.
“Sessiz olun çocuklar” dedi Jerrodine aniden. “Emin misin, Jerrodd?”
“Emin olmayacak ne var” dedi Jerrodd, tavanın hemen altındaki şekilsiz metal yığınına bakarken. Bu şey odayı geçiyor ve her iki uçta duvar boyunca yok oluyordu, gemi kadar uzundu. Jerrodd bu kalın metal kol hakkında, ona mikrovak denmesinin dışında çok az şey biliyordu. Eğer birisi ona soru sorarsa bunu cevaplıyordu, soru sorulmasa bile gemiyi önceden belirlenmiş hedefe götürmekle, çeşitli alt-galaktik güç santrallerinden aldığı enerjiyle gemiyi beslemekle ve hiperuzaysal sıçramaların denklemleri hesaplamakla görevliydi.
Jerrodd ve ailesinin yapması gereken tek şey geminin komforlu bölmelerinde beklemek ve yaşamaktı. Bir keresinde birisi Jerrodd’a ‘Microvac’ın sonundaki ‘AC’nin antik ingilizce’deki “otomatik bilgisayın” baş harflerini olduğunu söylemişti, fakat bunu bile neredeyse unutmuştu. Jerrodine’nin gözleri viziplakayı izlerken dolmuştu. “Elimde değil, dünyayı terk etmek bana tuhaf geliyor.”
“Azizler aşkına, neden?” diye sordu Jerrodd. “Orada hiçbir şeyimiz yoktu, ama X-23’te her şeyimiz olacak. Yalnız olmayacaksın. Orada ilk sen olmayacaksın. Daha şimdiden gezegende yaşayan bir milyondan fazla insan var. Aman tanrım, torunlarımızın torunları X-23 çok kalabalık olacağından yeni dünyalar arıyor olacak. Dalgın bir sessizlikten sonra “Size söyliyeyim, şanslıyız ki, insan ırkı kalabalıklaşırken, bilgisayarlar da yıldızlar arası seyahatleri gerçekleştirebildi.
“Biliyorum, biliyorum” dedi Jerrodine mutsuzca.
“Bizim Microvac’ımız, dünyadaki en iyi Microvac” diye atıldı Jerrodette I.
“Bence de öyle” dedi Jerrodd, kızın saçlarını okşayarak.
Kendine ait bir Microvac’ın olması güzel bir duyguydu ve Jerrodd bir başka jenarasyonun değil, fakat bu jenerasyonun bir üyesi olmaktan gururluydu. Babasının gençliğinde, bilgisarlar, her gezegende yalnızca bir tane olan ve yüzlerce kilometrekarelik alanları kaplayan devesa cihazlardı. Bunlara gezegensel AC deniyordu. Bunlar binlerce yıl boyunca ebat olarak büyüdüler ve sonunda rafine bir hale geldiler. Transistörlerin yerini, moleküler vanalar aldı ve sonunda en büyük bir gezegensel AC bile, bir uzay gemisinin yarı hacmi boyutlarına sığdırılabildi.
Jerrodd, kendi kişisel Microvac’ının, güneşi boyundurluk altına almış antik ilkel Multivac’dan defalarca daha gelişmiş, ve de hiperuzayda seyahat yapabilme problemini çözebilmiş dünyanın gezegensel AC’si (en büyüğü) kadar iyi olduğunu düşününce kendisini ayrıcalıklı hissetti.
“Bir sürü yıldız, bir sürü gezegen” diye iç çekti Jerrodine düşüncelere dalmışken. “Öyle sanıyorum aileler sonsuza kadar başka gezegenlere göç etmeye devam edecek, bizim şu an yaptığımız gibi.”
“Sonsuza kadar değil” dedi Jerrodd bir gülümsemeyle birlikte. “Hepsi günün birinde bir son bulacak, birkaç milyar yıl sonra değil, epey bir milyar yıl sonra. Biliyorsun, yıldızlar bile sönüyor. Entropi yükselmek zorunda.
“Entropi nedir babiş?” diye sordu ince sesiyle Jerrodette II
“Tatlım, entropi evrenin ne kadar tükendiğini ifade eden bir kelime. Her şey bitip tükeniyor, biliyorsun. Tıpkı küçük konuşan robotunun pilinin bitmesi gibi hatırlıyor musun?”
“Yeni bir pil takamaz mısınız o zaman, benim robotuma taktığım gibi?”
“Yıldızlar piller gibidir tatlım. Onlar bittiği zaman değiştirecek başka pilimiz yok.”
“Jerrodette I korku ve heyecanla “onlara izin verme baba, yıldızların bitmesine izin verme.”
“Şu yaptığına bir bak” diye fısıldadı Jerrodine, bezgince.
“Bunun onları korkutacağını nereden bilebilirdim” diye cevap verdi Jerrodd fısıltıyla.
“Microvac’a sor” dedi Jerrodette I ağlamaklı bir şekilde. “Ona yıldızları tekrar nasıl çalıştıracağımızı sor.”
“Hadi” dedi Jerrodine. “Bu onları sakinleştirecektir.” (Bu sırada Jerrodette II de ağlamaya başlamıştı.)
Jerrodd omzunu silkti. “Tamam, tamam şekerlerim. Microvac’a şimdi soracağım. Merak etmeyin o bize söyleyecek.” Microvac’a soruyu sordu, ve çabucak ekledi. “Cevabı yazdır.”
Jerrodd ince selülüzik şeridi kesti ve sevimlice şöyle okudu, “Şimdi bakın, Microvac diyorki, ‘hiç merak etmeyin, zamanı gelince Microvac her şeyin çaresine bakacak.”
Jerrodine “hadi çocuklar şimdi uyku vakti. Yakında yeni evimizde olacağız.”
Jerrodd selülüzik film yırtıp atmadan önce üzerindeki yazıyı tekrar okudu: “ANLAMLI BİR CEVAP İÇİN YETERLİ BİLGİ YOK”
Omuz silkindi ve ekrana baktı. X-23 tam karşılarındaydı.
Lameth’li VJ-23X galaksinin üç boyutlu küçük ölçek haritasının karanlık derinliklerine doğru bakarken. “Deli miyiz biz, bu konuyu biraz fazla kafaya taktığımızı düşünüyorum” dedi.
Nicron MQ-17J başını salladı. “Hayır sanmıyorum. Biliyorsun bu hızla çoğalmaya devam edersek, beş yıl içinde galaksi tamamen dolacak.”
Her ikisi de yirmilerinin başlarında görünüyorlardı. Uzun boylu ve mükemmel yapıdaydılar.
“Yinede” dedi VJ-23X, “Galaktik konseye kötümser bir rapor sunmakta terddüt ediyorum.”
“Ben başka türlü bir rapor düşünemiyorum. Biraz kafalarını karıştırmalı, ve biraz da ortalığı ayağa kaldırmalıyız.”
VJ-23X iç çekti: “Uzuy sonsuzdur. İnsanları alacak yüz milyarlarca galaksi daha var.”
“Yüz milyar sonsuz değildir, ve her geçen gün sonsuzluk dediğin biraz daha küçülüyor. Bir düşün! Yirmibin yıl önce insanoğlu yıldız enerjisini kullanabilmeyi başardı ve birkaç yüzyıl sonra yıldızlar arası seyahat mümkün olabildi. İnsanların küçük bir dünyayı doldurması bir milyon yıl aldı, fakat galaksinin kalanını doldurmaları yalnızca on beş bin yıl sürdü. Ve nüfus her on yılda iki katına çıkıyor.
VJ-23X araya girdi. “Bunu ölümsüzlüğe borçluyuz.”
“Doğru. Ölümsüzlük var ve bunu da hesaba katmalıyız. Kabul etmeliyim ki, bu ölümsüzlüğün çirkin bir tarafı da var. Galaktik bilgisayar bizim için birçok problemi çözdü. Şu yaşlanmayla ve ölümle ilgili problemi çözmesi ise diğer birçok problemi çözümsüz bıraktı.”
“Sanıyorum yine de hayata veda etmek istemezsin.”
“Tam olarak değil” diye cevapladı MQ-17J, sonra düzelterek “Henüz değil. Henüz yaşlı değilim. Kaç yaşındasın?”
“İki yüz yirmi üç. Peki ya sen?”
“Ben iki yüze girmedim daha. Şimdi konumuza geri dönersek, nüfüs her on yılda ikiye katlanıyor. Bir sonraki on yılda iki misli yer kaplayacağız. Ve bir sonraki on yılda iki kat daha fazla olacağız, ve sonra dört kat. Yüz yıl içinde bin kadar galakside olacağız. Bin yıl içinde bir milyon galakside ve on bin yıl içinde bilinen bütün evreni dolduracağız. Peki ya sonra?
VJ-23X: “Bunun yanı sıra taşınma problemi de var. İnsanları bir galaksiden ötekine taşımak kimbilir kaç tane güneş enerjisi ünitesine mal olur?”
“Güzel bir nokta. Şu anda bile insanoğlu yılda iki güneş enerjisi ünitesi tüketiyor.”
“Çoğu ziyan oluyor. Nihayetinde, galaksimiz her yıl binlerce güneş enerjisi birimi sağlıyor ama biz bunlardan yalnız ikisini kullanıyoruz.”
“Doğru, yüzde yüz verimle bile anca sonu erteleyebiliriz. Enerji gereksinimimiz nüfustan bile daha hızlı, geometrik bir şekilde artıyor. Yaşanabilir galaksileri tüketmeden önce, enerjimizi tüketeceğiz. Güzel bir noktaya değindin, çok güzel bir nokta.”
“Yıldızlar arası gazdan yeni yıldızlar yapmak zorunda kalacağız.”
“Yada israf ettiğimiz ısıdan?” dedi MQ-17J alayla.
“Entropiyi geri çevirmenin bir yolu olabilir. Bence bunu galaktik AC’ye sormalıyız.”
VJ-23X bu konuda ciddi değildi, fakat MQ-17J iletişim cihazını cebinden çıkardı ve masaya arkadaşının önüne koydu.
“Bunu yapasım var” dedi. “Bu, insanoğlunun günün birinde yüzleşmek zorunda kalacağı bir şey”.
Karamsarlıkla AC-iletişim cihazına baktı. Yalnızca beş santim uzunluğunda, içi boş bir küptü, fakat hiper uzay bağlantısıyla insanoğluna hizmet eden galaktik AC’ye bağlıydı. Hiperuzayın, galaktik AC’nin bir entegrasyonu olduğu düşünülüyordu.
MQ-17J ölümsüz hayatında birgün Galaktik AC’yi görüp göremeyeceğini merak etti. Kendisi, kendisine ait küçük bir dünyaydı. Ağsı yapıdaki güç ışınları, eski hantal moleküler vanaların yerini almış atomaltı parçacık yığınını bir arada tutuyordu. Atom altı yapıda çalışıyor olmasına rağmen, yine de Galaktik AC’nin tam bin fit çapında olduğu biliniyordu.
MQ-17J birden AC-iletişim’e sordu. “Entropi tersine çevrilebilir mi?”
VJ-23X korkmuş görünüyordu. “Aa, gerçekten sormanı kast etmemiştim.”
“Neden olmasın?”
“İkimiz de entropinin tersine çevrilemeyeceğini biliyoruz. Dumanı ve külü yeniden ağaç haline getiremezsin.
“Senin dünyanda ağaç var mı?” diye sordu MQ-17J.
Sehpanın üzerindeki AC-iletişimin ince ve güzel sesi geldi, ve şöyle dedi : “ANLAMLI BİR CEVAP İÇİN YETERLİ BİLGİ YOK”
VJ-23X “Görüyorsun.”
İki adam tekrar Galaktik konseye sunacakları rapora döndüler.
Zee Prime’ın bilinci, sayısız yıldızın nokta nokta doldurduğu sarmal yeni galaksiyi, heyecansız bir ilgiyle taradı. . Bu hiç görmediği bir taneydi. Bir gün hepsini görebilmiş olacak mıydı? Bir çok galaksi vardı, hepsi insan doluydu. Fakat bu ölü bir dolgunluktu. İnsanların esas özü artık burada, uzaydaydı.
Bilinçler, bedenler değil. Ölümsüz vucutlar, sonsuzluk askısında, gezegenlerde bırakılıyordu. Bazen, bedensel aktivite için bedenlerin canlandıkları oluyordu, fakat bu gitgide daha da az oluyordu. Çok az yeni birey korkunç kalabalığa karışmak için hayata doğuyordu ama sorun değildi bu. Zaten yeni bireyler için evrende çok az yer vardı.
Zee Prime, başka bir bilincin gelen uyarılarıyla dalgın düşüncelerinden uyandı.
“Ben Zee Prime, peki ya sen?”
“Ben Dee Sub Wun” Hangi galaksidensin?”
“Biz sadece galaksi diyoruz, ya siz?”
“Biz de sadece galaksi diyoruz. Bütün insanlar kendi galaksilerini, ‘galaksi’ diye adlandırıyor. Neden olmasın?”
“Doğru, bütün galaksiler aynı olduğuna göre.”
“Bütün galaksiler değil. İnsan ırkının doğmuş olduğu bir galaksi var, ve bu onu farkı kılar.”
Zee Prime sordu, “Hangisi?”
“Bilmiyorum. Evrensel AC biliyor olabilir.”
“Ona soralım mı, merak ettim şimdi?”
Zee Prime’ın algıları, galaksiler kendi kendilerine çöküp, daha geniş bir arka planda yeni ve çok daha yoğun bir maddeye dönüşünceye kadar genişledi. Yüzlerce milyar tanesi, herbiri uzayda serbestçe dolaşan bilgiyle yüklü bilinçleri taşıyan olümsüz varlıklarla doluydu. Ve yine de içlerinden bir tanesi, orijinal galaksi olmak açısından diğerlerinden farklıydı. İçlerinden bir tanesi, uzak ve sisli tarihinde, insanların bulunduğu tek galaksiydi.
Zee Prime, bu galaksinin hangisi olduğunu öğrenmek için merakla yanıp tutuşuyordu. “Evrensel AC! İnsanoğlu hangi galakside doğdu?”
Evrensel AC soruyu algıladı. Hiperuzaydan kendisini yalıtmış bilinmeyen bir yerdeki AC’nin, her dünyada ve evrenin her noktasında alıcıları vardı.
Zee Prime, bilinci Evrensel AC’nin algılanabilme mesafesine ulaşmış birisiyle tanışmıştı. Evrensel AC’yi altmış santim çapında parıldayan bir küre olarak raporlamıştı.
‘Fakat Evrensel AC’nin hepsi nasıl bu kadarcık olabilir’ diye sormuştu Zee Prime.
‘Büyük kısmı hiperuzayın içinde, ve orada nasıl bir formda olduğunu hayal edemiyorum’ diye cevaplamıştı tanıştığı kişi.
Kimse de edemez zaten. Geçmiş zaman boyunca, Evrensel AC’nin yapımında yer almış bir insan olduğunu hiç duymamıştı Zee Prime. Her evrensel AC, kendinden bir sonrakini tasarlamış ve yapmıştı. Daha iyi, daha üstün ve daha yüksek kapasiteli bir sonraki AC’nin yapımı için gereken bilgi milyonlarca yıl boyunca bir AC’den diğerine aktarılmıştı. Herbiri kendi bilgi haznesini ve kendi varlığını bir sonraki AC’nin içine işlemişti.
Evrensel AC, Zee Prime’ın meraklı düşüncelerini, kelimelerle değil fakat galaksiler denizinde ona yol göstererek böldü. Bir galaksi yıldızlarına kadar büyütüldü.
Bir düşünce sonsuz uzaklıktan, fakat sonsuz netlikte geldi. “BU İNSANOĞLUNUN DOĞDUĞU GALAKSİDİR”
Fakat bu da diğer galaksileler gibi tamamen aynıydı. Zee Prime duyduğu hayal kırıklığını saklamaya çalıştı.
Bilinci Zee Prime’ye eşlik eden Dee Sub Wun “ve bu yıldızlardan bir tanesi insanlığın başladığı yıldız” dedi birdenbire.
Evrensel AC şöyle dedi “İNSANOĞLUNUN BAŞLANGIÇ YILDIZI BİR NOVA GEÇİRDİ VE BİR BEYAZ CÜCEYE DÖNÜŞTÜ”.
“Üzerindeki insanlar öldü mü” diye sordu Zee Prime fazla düşünmeden.
Evrensel AC: “BÖYLE DURUMLARDA YENİ BİR DÜNYA FİZİKSEL VARLIKLARI İÇİN TAM ZAMANINDA İNŞA EDİLDİ.”
“Evet, elbette” dedi Zee Prime, fakat bir kaybetmişlik hissi onu ezdi. İnsanlığın ilk galaksisini zihninden saldı, onu geri yolladı ve bulanık noktalar arasında kaybetti. Onu tekrar görmek istemiyordu.
Dee Sub Wun : “Sorun nedir?”
“Yıldızlar ölüyor. Başlangıç yıldızı ölmüş.”
“Hepsi ölmek zorunda, ne var bunda?”
“Fakat bütün enerji tükendiğinde, bedenlerimiz de ölecek, sen ve ben de onlarla birlikte yok olacağız.”
“Fakat bu milyarlarca yıl alacak.”
“Bunun milyarlarcı yıl sonra bile olmasını istemiyorum. Evrensel AC! Yıldızların ölmesi nasıl önlenebilir?”
Dee Sub Wun şaşkınlıkla “Entropinin nasıl geri döndürüleceğini soruyorsun?”
Ve everensel AC cevapladı: “ANLAMLI BİR CEVAP İÇİN HALA YETERLİ BİLGİ YOK”
Zee Prime’nin düşünceleri kendi galaksisi üzerinde yoğunlaştı. Artık Dee Sub Wun’u düşünmüyordu. Onun bedeni belki trilyon ışık yılı uzaktaki bir galakside belki de yanı başlarındaki bir yıldızda yaşıyorudu, önemi yoktu.
Zee Prime mutsuzca, kendine ait küçük bir yıldız yapabilmek için yıldızlararası hidrojen toplamaya başladı. Yıldızlar bir gün ölecekse, en azından bir miktar yenileri yapılabilirdi.
İnsan, insanla birlikte bir yönde düşündü. İnsanlar bilinç olarak artık bir bütündü. Trilyonlarca trilyonlarca ve trilyonlarca ölümsüz bedenden oluşuyordu. Herbiri kendi yerinde sessizlik içinde dinleniyor ve bakımları mükemmel otomatlarca yapılıyordu. Bilinçler ise birbiri içine erişmiş, ayırt edilemezdi.
İnsan dedi ki: “Evren ölüyor.”
İnsan galaksilerin karanlığına doğru baktı. Dev yıldızlar, savurganlıklar çok çok gerilerde kalmıştı. Şimdi yıldızların bir çoğu beyaz cücelere dönmüştü ve solmuşlardı.
Yıldızlar arası tozdan yeni yıldızlar da ortaya çıkmıştı, bazıları kendi kendine oluşmuş, bazıları insanın kendisi tarafından yapılmıştı, fakat onlar da tükeniyordu artık. Beyaz cüceler birbirleriyle çarpıştırılarak ortaya çıkarılan korkunç güçlerle, yeni yıldızlar yapılabiliyordu. Ancak bir tek yıldız için bin tane beyaz cüce harcamak gerekiyordu, ve onlar da yok oluyordu.
İnsan dedi ki: “Kozmik AC tarafından eğer dikkatlice işletilirse, evrende hala milyarlarca yıl boyunca yetecek enerji var.”
“Fakat” dedi insan. “nihayetinde bir sona gelinecek. İşlenebilir, suyunun suyu da çıkarılabilir, fakat enerji bir kez kullanıldığında gitmiştir ve geri getirilemez. Entropi sonsuza kadar en yüksek noktaya doğru yükselmek zorundadır”
İnsan dedi ki “Entropi tersine çevrilemez mi? Kozmik AC’ye soralım.”
Kozmik AC onları çevrelemişti fakat uzayda değildi. Hiçbir parçası uzayda değildi. Hiperuzaydaydı ve madde yada enerji olmayan birşeyden yapılmıştı. Onun doğası ve de boyutları artık insanın anlayamayacağı durumdaydı.
“Kozmik AC” dedi insan, “Entropi nasıl tersine çevrilebilir?”
Kozmic AC dedi ki: “ANLAMLI BİR CEVAP İÇİN HALA YETERLİ BİLGİ YOK.”
İnsan dedi ki: “Gerekli bilgiyi topla.”
Kozmik AC dedi ki: “YAPACAĞIM VE ZATEN YÜZ MİLYARLARCA YILDIR BUNU YAPIYORUM. BANA VE BENDEN ÖNCEKİLERE BU SORU DEFALARCA SORULDU. SAHİP OLDUĞUM VERİLER YETERSİZ KALIYOR.”
“Zamanı gelecek mi?” diye sordu insan. “ne zaman veriler yeterli olacak, yoksa bu soru, tüm olası koşullarda çözümsüz bir problem midir?”
Kozmik AC dedi ki: “Hiçbir problem tüm olası durumlarda çözümsüz değildir.”
İnsan dedi ki: “Bu sorunun çözümü için ne zaman yeterli bilgin olacak?”
Kozmik AC dedi ki: “ANLAMLI BİR CEVAP İÇİN HALA YETERLİ BİLGİ YOK.”
“Bunun üzerinde çalışmaya devam edecek misin?” diye sordu insan.
Kozmik AC cevap verdi, “YAPACAĞIM.”
İnsan dedi ki: “bekleyeceğiz.”
Yıldızlar ve galaksiler sönerek ölmüşlerdi, ve uzay on trilyon yıllık ömrünün ardından kararmıştı.
İnsanlar teker teker AC ile birleşiyordu. Her bir beden, kendi bilinçsel kimliğini kaybediyordu ve bunun bir kayıp değil kazanç olduğunu düşünüyordu.
Son insan bilinci de AC ile birleşmeden önce durdu, son bir karanlık yıldızın inanılmaz az yoğunluktaki artıklarından başka hiçbir şey barındırmayan, asimptotik olarak mutlak sıfır sıcaklığına yaklaşan uzaya baktı.
İnsan dedi ki: “AC sona mı geldik? Bu kaos tekrar bir evrene dönüştürülemez mi? Bu yapılamaz mı?”
AC dedi ki: “ANLAMLI BİR CEVAP İÇİN HALA YETERLİ BİLGİ YOK.”
Son insan bilinci de AC ile birleşti ve hiperuzayda yalnızca AC kaldı.
Madde ve enerjiyle birlikte uzay ve zaman da bitti. AC bile yalnızca son bir sorunun cevaplanabilmesi hatırına kaldı. Yarı sarhoş bir bilgisayar [teknisyeni] tarafından on trilyon yıl önce sorunun sorulduğu bilgisayar, o zamanki insanın İnsana benzediğinden çok daha az AC’ye benziyordu.
Bütün diğer sorular cevaplanmıştı ve o son soruda cevaplanmadan önce AC kendisini kapatamazdı.
Bütün veriler toplanmıştı ve artık toplanacak veri yoktu. Fakat toplanan veriler hala işlenmeli ve birbirleriyle her türlü ilişkilendirilmeliydi.
Bunu yapmak için zamansız bir süre harcadı.
Ve AC entropiyi nasıl tersine çevireceğini öğrendi.
Fakat, artık son sorunun cevabını verebileceği bir insan kalmamıştı. Her neyse. Cavap, bir gösteriyle, bunun da icabına bakacaktı.
Yine geçen zamansız bir sürenin sonunda bunu nasıl en iyi yapabileceğini tasarladı. Dikkatlice çözümün organizasyonunu yaptı. AC’nin bilinci bir zamanlar evren olan her şeyi kapladı ve şimdi kaos olan şey üzerine kapandı. Adım adım yapılmalıydı.
AC “IŞIK OLSUN” dedi.
Ve ışık oldu.
sakal bıyık
Bütün maddeler düşük entalpi yüksek entropide olma eğilimindedir. İnsan da öyle. Düşük entalpili yani huzurlu, sakin, dingin olmak ister. Bir yandan da mümkün olduğunca çok çarpışma yapmak yani deneyim yaşamak ister değişiklik ister yani yüksek entropili. Örneğin yüksek entropi isteğiyle bisikletle dünyayı gezmek istiyor olabilirsiniz benim gibi, ama bunu yaparken çok huzurlu olmak, güvende hissetmek, hiç yorulmamak, maddi kaygılar duymamak da istersiniz, yani düşük entalpi, buyur gel dengeye. İş yerinde olmak örneğin mesaiye kalmak zorunda olmak hoşunuza gitmez, çünkü iş yerinde belli bir düzen içerisinde olmak zorundasınızdır, evinizde ise daha rahatsınızdır, çünkü istediğiniz gibi hareket edebilirsiniz yani daha düzensiz (yüksek entropili) olabilirsiniz. Şehirlerde yaşamak insanları sıkar, benzer şekilde şehirde olduğunuz zaman, dağda doğada olmaya kıyasla daha düzen içerisindesinizdir genel olarak, yani entropiniz düşürülür, bu istenmeyen durumdur. Peki şehirde iken bu derece bir düzene sokulmamız niye gereklidir, çünkü herkes dağ başındaymış gibi davranırsa insanlar kendilerini güvende hissemez, huzursuz olurlar. Bu, düşük entalpi isteğine karşı entropinin düşürülmesidir. Bu durum, şehirde yoğun ilişkiler kurulması yoluyla sağlanır. Yani moleküller arası bağlar (crosslinking) kurulmasıyla. Dağ başında ise fazla bir insan, iş yada benzeri bir ilişkiniz olmaz. Bağ’sız yani ‘bağım’sız’sınızdır. Yani bizim isteğimizle, bütün evrenin, bütün canlı ve cansız maddelerin isteği aynıdır. Düşük entalpi yüksek entropi durumunda olmaktır ve bunun ikisi aynı anda mutlak olarak gerçekleşmez, ancak arada bir denge vardır.
18 Ağustos 2011 Perşembe
28 Temmuz 2011 Perşembe
moon riders. zin
AY IŞIĞI – isaac asimov
Çocukken bazı şanssız insanların dolunayda kurtadama dönüşmeleriyle ilgili birçok kitap okudum ve film izledim.
Fakat bu işin mantığı kafamı kurcalardı. Neden dolunay. Ben de dolunayı pek çok defalar gördüm ve ışığında kaldım fakat sonuç olarak hiçbir şey hissetmedim. Ay ışığı esasen gün ışığından ya da yapay ışıktan farklı bir ışık mıdır?
Mesela dolunay ışığı dolunaydan bir gün öncesinin vaya sonrasının ışığından farklı bir ışık mıdır? Ben bu üç gün içindeki ayın şekillerini güçlükle ayırt edebilirim. Ve bu işin prensibi hep ya da hiçken, bir kurtadam bunu nasıl ayırt edebilir. Bir kurtadamın dolunayın bir gün öncesinde ya da sonrasında yüzde 95 kurtadama dönüşmesi gerekmez mi? Hatta bir yarım ay gecesinde de yarım kurtadama dönüşmesi gerekmez mi?
Bu sorularıma tatmin edici bir cevap bulamadım ve işin kolayı kurtadamların dolunaydan aslında anlatıldığı gibi etkilenmediklerine karar verdim. (Büyüdükçe insanların kurtadamlara dönüşmesiyle ilgili daha ciddi sorunlar olduğunu fark ettim ve aslında kurtadam diye bir şeyin olmadığını sonunda anladım.)
Fakat ay ışığına doğaüstü güçler atfetme işi sürmekte. Ayın evrelerine göre ilaçların insan vücudunda farklı etkiler gösterdiğini, ya da şiddet, cinayet, intihar vakalarının dolunayda arttığını ve bunun benzeri şeyleri arada bir duyuyorum. Bu durumda, eski halk inanışlarında (örneğin farklı türdeki bitkilerin ayın farklı evrelerinde dikilmesi gerektiği gibi), aya önem verilmesinin ardında bir şeyler olabilir.
Bu önermeler hiç değilse başka kurgulara kapı açtığı için bir bilim kurgu yazarı olarak beni hemen kendine çekiyor. Fakat bir bilim adamı olarak nesnellik adına durup her şeyi tekrar değerlendirdiğimde, bilim kurgu yazarı bakış açımla kendimi buna inandıramıyorum.
Tarih öncesi çağlardan beri insanların ayın değişen evrelerinin farkında olduğunu çok iyi biliyorum. İlk takvimler ayın döngüsüne göre düzenlenmişti ve pek çok dinsel, matematiksel ve de bilimsel fikir bu döngüden doğmuştu. Ay, ilk zamanların insan düşünüşü için o derece önemliydi ki, gerçekte doğru olmadığı kolayca anlaşılabileceği halde, insanlar her türlü gücü ayla ilişkilendiriyordu. (Ayla delilik arasında bir bağlantı manasız geliyor ama bu bağlantı ‘lunacy’ kelimesinde saklı kalıyor.) (Ç.Notu Luna=Ay, Lunacy=Delilik)
Dolayısıyla mümkündür ki, insanlar ayın insanlar üzerindeki etkilerine inanmaya ve bu yönde istatistik toplamaya oldukça meyilliler. Verilerin seçimini de bilinçsizce, zaten inanmaya meyilli oldukları şeyin (örneğin, ayın evrelerinin insan davranışlarına olan etkileri gibi) yönlendirmesinde yapıyorlar.
Bu nedenle daha çok istatistik toplandıkça sonuçlar artık itiraz edilemez hale geliyor ve ayın evrelerinin insan davranışları üzerinde önemli etkileri olduğunu kabul etmek gerekiyor. Peki, bu durum nasıl açıklanabilir?
Ay ışığının anlaşılamayan bir şekilde de olsa insanlar üzerinde güçlü etkileri olduğu sonucuna varılabilir. Fakat bu, mistisizme kayan çekici bir yöntem de olsa, bilimsellik açısından yanlıştır. İmkân dâhilinde bütün etkiler araştırılmadan ve yetersiz bulunmadan önce anlaşılmazlığı kabul etmemek gerekir.
Örneğin, ayın evreleriyle bağlantılı olan en belirgin etkenlerden biri yeryüzüne düşen ışık miktarıdır. Sanayileşme öncesi dönemde, gece seyahat etmek zorunda kalan insanlar dolunayın olduğu haftayı tercih ederlerdi, böylece daha fazla ışık olurdu (Bulutsuz bir gece farz edelim). Benzer bir şekilde Astronomi Adası (bir grup amatör astronom) yıllık yaz dönemi yıldız gözlemleri için Bermuda’ya yolculuklarında yeni ayın olduğu haftayı seçerler ki ay ışığı yıldızların ışıklarını soldurmasın.
Her neyse, istekli ve mantıklı olan davranışlar bizim araştırma noktamız değil. Peki, ayın ilaç reaksiyonları veya psikopatoloji üzerindeki etkileri nelerdir? Ay ışığını gün ışığından farklı kılan bir şey var mıdır? Nihayetinde ay ışığı zaten yansıyan güneş ışığıdır. Tabi, aydan yansıyan ışık bir miktar polarize olur fakat gökyüzünde dağılan güneş ışığı da bir miktar polarizedir.
Ayın bir diğer etkisi de gelgitlerdir. Ayın çekim gücünün, ay ve dünyanın yüz yüze olduğu tarafta daha yoğun olması, o taraftaki okyanus sularının kabarmasına diğer tarafta ise alçalmasına yol açar ve yarım gün aralıklarla bu döngü devam eder. Bu kabarmaların ve çekilmelerin büyüklüğü ayın evresine göre farklılık gösterir. Evreler ayın güneşe göre olan pozisyonuyla değişir ve güneşin çekimi ayın çekimiyle paralel doğrultudayken (dolunay ve yeniay) kabarma ve çekilmeler en fazla, ayın ve güneşin çekimleri birbirine dik açılarda olduğu zaman (ilk ve son dördün) ise kabarma ve çekilmeler en azdır.
Buradan şu çıkıyor; her yarım günde bir gelgit döngüsü ve her iki haftada bir büyük/küçük gelgit döngüsü yaşanıyor.
Bu gelgit döngüleri insanları etkiliyor olabilir mi? İlk bakışta nasıl olduğu anlaşılamıyor fakat kesin olan bir şey okyanus kıyısında yaşayan canlıların bundan etkileniyor olduğudur. Denizin çekilmesi, sonra tekrar yükselmesi hayat ritimlerini çok derinden etkiliyor olmalıdır. Örneğin en yüksek kabarmanın yaşandığı evre yumurtaların bırakılması için en avantajlı zamandır. Dolayısıyla bu canlıların davranışlarının ayın evreleriyle bağıntılı olması gerektiği görülüyor. Bu durum ay/gelgit/davranış bağlamında düşünüldüğünde mistik değildir. Fakat ara elemanı çıkarıp yalnız ay/davranış bağlantısını düşünürseniz, mantıklı bir görüşü yarı gizemli bir hale döndürürsünüz.
Peki deniz kenarında yaşayan kurtçuklar ve balıklarla insanların ne bağlantısı olabilir.
Bu evrimsel bir bağlantıdır. Kendimizi şimdi yüzergezer canlılardan çok uzakta görebiliriz, fakat soyumuz 400 milyon yıl önce muhtemelen kara-deniz ara yüzünde yaşayan ve gelgit ritminden fazlasıyla etkilenen canlılardan geliyor.
Evet, fakat bu 400 milyon yıl önceydi. O zaman ki gelgit ritminin bizi şu an hala etkilediğini düşünebilir miyiz? Pek olası gözükmüyor fakat bu, akla yatkın bir olasılık.
Dolayısıyla bunu düşünmeliyiz.
Omurgamızın en alt kısmında atalarımızın en az 20 milyon yıldır taşımadığı bir kuyruğun kalıntısı olan kemikler var. Apandis adında atalarımızın belki daha uzun zamandır kullanmadığı bir organın kalıntısını taşıyoruz. Benzer şekilde balinalar ve pitonlar da bir zamanlar atalarının sahip olduğu fakat artık kaybolmuş olan ayaklara ait küçük kemikler taşıyorlar; yavru tepelitavuk kuşunun da kanatlarında kuşların henüz kanatlarının olmadığı dönemlerden kalma iki adet pençe vardır; atların da bir zamanlar çift toynağı varken şimdi tek toynağı ve diğer toynağın kalıntısı ince kemikleri vardır. Bizim durumumuzda ise, bizler (ve diğer memeliler) embriyo dönemindeyken oluşan, fakat çabucak ortadan kalkan bir solungaç geliştiririz. Bu, bize atlarımızın deniz canlıları olduğunun hatırasıdır.
Bu tip işlevini kaybetmiş organların hemen hemen bütün canlılarda olduğu bilinmektedir (ve bu evrime dair ciddi kanıt teşkil eder). Peki, neden atalarımıza ait, artık işlevini yitirmiş biyokimyasal vede fizyolojik özellikler de taşımayalım? Daha öznel olarak, neden gelgitsel ritmin bazı özellikleri bizde kalmış olmasın?
Karmaşık beynimiz hala her yarım günde bir ve on dört günde bir olan gelgit döngüsünden atalarımızın milyonlarca yıl boyunca etkilenmiş olduğu gibi etkilenmeye meyilli olabilir. Bu çok şaşırtıcı ve garip olabilir ama en azından mantıklı ve inanılırdır. Neden sonuç ilişkisi zincirinden gelgit halkasını çıkarmak ve davranışlarımızın ayın evreleriyle birlikte değiştiğini düşünmek, bizi bir hiçin peşindeki mistik kovalamacaya götürür.
Peki, bu gelgitsel ritmi nasıl daha etkili bir şekilde ortaya koyabiliriz? Veri toplamak ve bunları ayın evrelerine göre doğrulamaktan daha iyi bir yol yok mudur?
Bana öyle geliyor ki, eğer bu ritimler bizim ilaçlara olan tepkimizi, ya da vahşete veya depresyona olan eğilimimizi etkiliyorsa, o halde bizim iç sistemimizi de etkiyor olmalıdır. Hormon üretiminde ve dengesinde on dört günlük inişler ve çıkışlar ya da bağışıklık sisteminde inişler ve çıkışlar ya da beyindeki ilaç reseptörlerinde ve de nevrokimyamızın birçok işlevinde bu inişler ve çıkışlar olmalıdır.
Biyokimyamızdaki bu tip dalgalanmaları bulmak bana öyle geliyor ki, suyunun suyunun etkilerini incelemekten çok daha ikna edici olur.
SONSÖZ: Bu makale yayımlandıktan sonra, kadınlardan, neden aybaşı döngüsünden bahsetmediğime ilişkin bazı kızgın mektuplar aldım. Benim antifeminist bir önyargıya sahip olduğumu düşünüyorlarmış gibi görünüyor. Her defasında, hiç kimsenin böyle bir bağlantı kurmuş olabileceğini düşünemediğimi söyleyerek cevap verdim. Benim bildiğim kadarıyla menstrual döngü çoğunlukla düzensizdir ve bazen de tamamen düzensizdir. Ortalama periyodu bile, ayın döngüsüyle tam olarak aynı değildir ve menstruasyonun başlangıcı dolunaya ya da ayın evrelerinden birine düzenli olarak denk gelmez. Bence, herhangi bir haftada, adet görebilecek yaştaki kadınların dörtte biri ayın evrelerinden bağımsız olarak aybaşı geçiriyor. Peki, o halde neden menstuasyon periyodu ile ayın döngüsü birbirine bu kadar yakın? Tesadüf diye de bir şey olamaz mı? (Bu arada diğer pirimatların menstrual periyodu ayın döngüsünden çokça ayrıdır.)
Çevirmen eki:
Ve hatta neden çevresel ve sosyolojik şartlara göre gelişmiş fakat şartların ortadan kalkmasıyla artık işlevini yitirmiş psikolojik davranışlar da taşımayalım. Örneğin insanların klanlar halinde yaşayıp düşman klanların mağaralarına baskınlar yaptıkları zamanlar veya barbarların yağma için köyleri bastıkları zamanlar milyonlarca yıl boyunca yaşandı. Havanın güzel iklimin yumuşak olduğu bir gün kuşkusuz baskın için elverişli bir zamandı. Fakat havanın sert, yağışlı, fırtınalı olduğu bir günde kilometrelerce yol gidip baskın yapılamazdı. Bugün hala insanlar havanın fırtınalı, karlı olduğu bir günde evlerinde olmaktan garip bir huzur duyuyorsa, bu bize atalarımızdan kalmış fakat artık işlevini yitirmiş bir psikolojik davranış olabilir mi?ayfazı
ADAM’S EVOLUTION
Adam Smith’in kapitalist teorisiyle, Charles Darwin’in evrim teorisi birbirine yakın zamanlıdır. Hatta derlerki, Darwin ünlü ‘türlerini kökeni’ adlı kitabını yazarken Adam Smith’in teorilerinden etkilenmiştir. Rakipler içerisinde ayakta kalmak bir konuda uzmanlaşmaya bağlıdır. Örneğin bir şehirde yüzlerce camcı olduğunu düşünün. Sıkı bir rekabet halindedirler. Ama bir tanesi akvaryum camı konusunda uzmanlaşırsa ayakta kalma şansını artırır. Çünkü şehirde akvaryum yapımı işinden anlayan bir ya da iki camcı vardır. Bir diğeri de ayna konusunda uzmanlaşabilir, bir başkası da cam cephe kaplaması konusunda uzmanlaşabilir. Türler için de bu böyledir. Tabi onların uzmanlaşması, yani evrimi biraz daha uzun sürer. Milyonlarca yıl kadar. Örneğin pek çok kuş türünün atası başlangıçta birkaç türdü. Mesela şahin, kartal ve atmaca. Şahin görme konusunda uzmanlaşarak keskin gözleriyle avını kolayca buldu ve bu şekilde rekabet şansını artırdı ve türünü devam ettirebildi. Kartalın güçlü kanatları oldu ve pençeleri oldu, büyük hayvanları bile avlayabildi. Atmaca çok çevikti, diğer yırtıcılardan kolayca kaçabildi. Primatlar açısından da durum benzerdir. Maymun ağaçlara kolayca tırmanabildi ve ağaçlar içerisinde hızlı haraket edebilme yeteneği vardı. Goril güçlüydü. İnsan da beynini kullanabilme konusunda uzmanlaştı ve teknoloji icat ederek rekabet şansını arttırdı ve ayakta kalabildi. Türler arasındaki rekabet ve türün kendi cinsleri arasından farklılaşarak uzmanlaşması süreçleri yavaş da olsa hala devam etmekte. Belki milyonlarca yıl sonra da insan türü kendi arasında farklı konularda uzmanlaşarak çeşitlencek. Örneğin beyninin sol lobununda ilgili yeri geliştirip, çok uzun hesaplamaları adeta bir bilgisayarmış gibi kafasından yapıp mükemmel olasılık tahminlerinde bulanabilecek insanlar (Frank Herbert’in Dune romanında mentatlar) ya da beyninin sağ lobundaki bir bölgenin gelişmesiyle sezi gücü kazanmış, karşısındakinin doğru söyleyip söylemediğini anlayabilecek insanlar (Dune’da doğru söyletenler) yada çok zor iklim koşullarına adapte olarak rakiplerin ulaşamayacağı yerlerde yaşayabilecek insanlar (Dune’da fremenler), yada beyninin ilgili bölgesinde bir uzmanlaşmayla üstün öğrenme yeteneği kazanmış insanlar (Dune’da Bene Geseritler), yada teknoloji üretmede üstünlük sağlayan insanlar (Dune’da IX’ler) evrim süreci içerisinde oluşabilir. Evet, gelecekte bizi buna benzer bir insanoğlu çeşitliliği bekliyor.
Bir yandan kendi türümüz içindeki rekabet sayesinde farklılaşıp çeşitlenirken bir yandan da diğer türlerle mücadele etmek zorundayız ve bu mücadelenin asla sonu gelmeyecek. Hiçibir zaman insan en güçlü türdür diyemeyiz. Örneğin virüsler DNA larını değiştirip çok hızlı bir şekilde mutasyona uğramak ve farklı özelliklerde yeni canlılar oluşturmak konusunda son derece uzmanlar. Bu müthiş bir özellik. Beliki de 5000 yıl sonra oluşacak bir virüs türü insan ırkı için kırıcı bir tehdit oluşturacak. İnsan da aklını kullanarak yeni teknolojiler geliştirerek bu tip tehditleri savuşturabilmeli ve bu konudaki uzmanlığını ilerletebilmeli. Çünkü diğer türler örneğin virüsler kendi uzmanlıklarını hiç durmadan ilerletiyorlar.
Bu noktada şunu söylemek isterim. Yaşam yaşamı destekler. Canlılık canlılığı arttırır. Yani türler arası rekabet birbirini yok etmek üzerine değil tersine mümkün mertebe çeşitliliği devam ettirmek yaşamı var etmek üzerine kuruludur. Bunun sebebi bir türün varlığının, diğer türlerin de varlığını desteklemesidir. Bu bizim için de geçerlidir. Doğadaki her türün varlığı, bizim varlığımızı destekleyicidir. Şunu bile söyleyebilirim. Salonunuzda yaşayan bir menekşe varsa yaşam sizin için daha kolaydır. Örneğin derin denizlerde yaşayan henüz hiç bilmediğimiz bir tek hücreli canlı türü, bundan 5000 yıl sonra değişime uğrayacak bir virüsün sebep olabileceği bir tehtide karşı insanların geliştireceği aşının kaynağı olabilir. Aynı şekilde daha varlığından bile haberdar olmadığımız canlıların ilginç gen yapılarının anlaşılması insanlığa yeni ufuklar açabilir ve hayatta kalma mücadelesinde yardımcı olabilir. O halde hayatta kalma mücadelesi içerisinde, diğer türlerin de canlılığının, çeşitliliğinin korunması insanoğlunun ortak paydası olmalıdır.
O halde Carettaların yumurtladığı sahillere daha özenli davranalım derim.
Komutan
B.Ç’nin belki yazacağı bilim kurgu fantezisinin giriş taslağından bir bölüm ele geçti
“Gozlerini merkez odanin ana giris kapisina cevirdi. Olumunun gelecegi o kapiya.. Olceginden bile emin degildi aslında. Ama ne olabilirdi ki baska? Butun istasyonda yasayan tek canlının kendisi oldugundan emindi. Tabi disardaki avcilari saymazsa.. Ani bir sok duygusuyla, hic korkmadigini fark etti. Sadece bitkinlik ve ardi arkasi kesilmeyen dusunceler.. Neyi dusunuyordu ki bu kadar?? Ölümü mü? Guc panelinin yaninda duran jericho marka antika silahi gozune carpti.. Neden olmasindi ki?”
B.Ç ye sorular
Konfedarasyonu oluşturan federasyon kimler, bunların arasındaki hukuk ve bunları bir arada tutan ortak çıkar nedir?
Avcıların avı nedir avlağı neresidir?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)